26 Aralık 2010 Pazar

Amerika


Sonunda Amerika yazımı bitirdim. En azından şimdilik. Nitekim esasında bir yazı hiçbir zaman bitmez. İnsan hergün değişen bir varlık olduğundan hergün okusa yine bir eksik, yanlış bulur ve değiştirme ihtiyacı hisseder. Ama en azından bir taslak oluştu diyebilirim.

Amarika'ya gitmek.. İyi de nasıl?

Amerika bize hem uzak hem çok yakın bir dünya. Hemen hergün Hollywood filmleri izliyor, McDonalds'da yemek yiyip, Starbucks'ta kahve içiyoruz. Peki neden Amerika'ya, bu okyanus ötesindeki ülkeye gitmek istemiştim. En başta, her sene birbirinin aynı olan ve dinlenip, gezmekten başka pek bir getirisi olmayan tatillerden bunalmıştım. 2010 yazı farklı olmalıydı.

Önce, Avrupa'ya gidip, sivil toplum projelerinde gönüllü çalışmayı düşündüm. Türkiye'de Gençtur'un organize ettiği bu çalışmalara hiçbir ücret ödemeden katılıp, Fransa, Almanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerinde çalışma ve gezme olanağı buluyorsunuz. Tam adı da 'Avrupa Gönüllülük Hizmeti'. Ama daha önce iki haftalık bir turla da olsa Avrupa'yı görmüştüm. Ben Amarika'ya gitmeliydim. İşte tam da bugünlerde bir fırsat çıktı karşıma: Work and Taravel. Çevirisi çalış ve gez olan bu programla üniversite öğrencileri yaz aylarında Amerika'da çalışıp, daha sonra gezme olanağı buluyorlar. Hemen başvurdum.  Misouri'nin küçük tatil şehri Branson'da, bir fast food restoranında çalışacaktım. Pasaportuydu, çalışma izniydi, vizesiydi derken hepsi ayrı bir maceraya dönüşen işlemlerden sonra bir baktım ki Amerika'dayım.

''Beklentini düşük tutarsan, mutlu olma olasılığın artar.''

Şirketin bulduğu yer kapalı olduğundan, kendi bulduğumuz yere yerleştik. Eğer bu programa katılacaksanız, her şeyi göze alın ve özgüveninizi yüksek tutun, derim. Nitekim, peki şimdi ne yapacağız, diyenlere değil, bir çaresine bakalım diyenlere uygun Wat. Üstelik korkacak bir şey yok. Amerikalılar genelde yardımsever ve çözüm odaklı insanlar. Bob da öyleydi. Yani çalıştığım fast food restoranı Wendy's'in müdürü. Sorunsuzca işe başladık ve bir süre öyle gitti. Ama sonradan çok zorlandım. Bir kere çok yorucu ve stresli bir işti. Gecenin bir vakti işten çıktığımda, tek istediğim şey, bir an evvel uyumak oluyordu. Sonradan bu stresli iş ortamında müdürle anlaşmazlığa düştüm ve işten çıkarıldım. Üstelik başka iş bulmak için gereken sosyal güvenlik kartım da henüz gelmemişti. Bizim hakkımızı savunduğunu sandığım sponsor şirket de bu konuda hiçbir şey yapmadı.

Üstüne bir de yeni iş bulamayınca bana yeniden Wendy's yolu göründü. Ama artık kendim bile fark ediyordum ki, değişmiştim. Eskiden burun kıvırdığım işleri daha müdür söylemeden yapar hale gelmiştim. Yabancı bir ülkede işsiz, güvencesiz geçirilen hergün ayrı bir ders gibi oluyor. Çok şey öğreniyor, babamın deyişiyle, hayatın gerçeklerinin farkına varıyorsunuz.

Bir süre Amerika'da yaşayan insanlarda gözle görülür bir değişiklik, bir olgunluk gözlersiniz. Türkiye'ye döndüğümde pekçok kişi şunu soruyordu: ''Ne var abi bu Amerika'da? Giden herkes çok farklıydı, çok şey öğrendim, çok değiştim deyip duruyor, nedir farkı?''

Bana göre bu değişim, ister çalışmak için, ister okumak için veya başka bir sebeple ülkenden çok uzakta olmaktan kaynaklanıyor. Her an destek aldığın aile ve yakın arkadaş çevren yok. Sadece sen varsın. Belki yurtdışı şart değil, ailesinden ayrı, şehirdışında okuyan öğrenciler de buna benzer deneyimler yaşıyorlar. Ama ikisi bir değil. Çünkü başka bir şehirdeyken istediğiniz an bir otobüse, uçağa atlayıp ailenizin yanına gidebilirsiniz. Yurtdışındayken ise bu kolay değil. Aileniz oraya göndermek için pekçok fedakarlık yapmış, emek harcamıştır. Başarılı olmak zorundasınız. Ben evimi özledim, hani annemin yemekleri deme lüksünüz yok. Hatta istediğiniz an telefon açıp konuşmak da yok: Örneğin Amerika ile Türkiye'nin 8 saat zaman farkı var ki bu, batıya gittikçe artıyor. Aradığınız zaman Türkiye'de gecenin bir yarısı olabilir. Her an bunları düşünmek, insanın sorumluluk bilincini de geliştiriyor.
Peki Wat'ı tavsiye ediyor musun diyenlere, eğer bunları göze alırsanız gidin, diyorum. Mezun olmadan önce üç aylık bir 'yaşam simülatörü' gibi görülebilir. Basit bir örnek verecek olursak, eskiden hamburgerler sanki bir makineden bize ulaştığı şekilde çıkıyor gibi düşünürdüm. Hatta düşünmezdim. Sadece hamburgerdi işte. Oysa ekmekleri, köfteleri... Hepsi ayrı bir emek ve çaba gerektiriyor. Bunu da ancak yaşayarak öğreniyorsunuz. Yani en uzun ve zor ama en etkili öğrenme biçimiyle.

En büyük katkısı ise özgüven diyebilirim. Yine eskiden, iyi de yapabilir miyiz dediğim pekçok şey artık çok kolay görünüyor. Kendini tanıyor ve çok daha sağlıklı düşünmeye, karar almaya başlıyorsun. Bir de biz Türkler tek başımıza bir şey yapmak istemeyiz. Oysa şimdi gerekirse, tek başıma Amerika'ya giderim. Hem de bir an tereddüt etmeden.

Hep duyarsınız, Amerika dünyayı kandırıyor, sömürgeleştirip, kendine mecbur bırakıyor gibi Amerikan karşıtı görüşler siyasi sohbetlerin vazgeçilmez konusudur. Peki bu kadar basit mi? Hayır. O günlerde beni en çok şaşırtan şeylerden biri Walmart gibi marketlerde veya McDonald's'larda çalışanların çoğunun çok yaşlı olmalarıydı. Düşünsenize 70 yaşını aştığı belli biri geliyor ve masanızı siliyor. İlk zamanlar buna alışamadım, rahatsız oldum. Üstelik alt sınır da pek yüksek değil. Wendy's'deki çalışanların bir kısmı 18'inden küçüktü. Bana göre Amerika'nın süper güç olmasının bir nedeni varsa o da çalışmaktır. Harvard dahil üniversitede okuyan öğrencilerin pek çoğunun çalışarak okul harcını kendi karşıladığını bilmeyen yoktur. Üstelik işlerine çok bağlılar. Bizdeki gibi bir çay arası versek, çalış çalış nereye kadar mantığı pek yok. İş, her şeyin önünde geliyor. Bu da tabii başarıyı getiriyor.


Amerikalılar neden obez?

Tabii ki fast food yemekten diyorsunuz, değil mi? İşte, insanın gerçeği öğrenmesinin önündeki en büyük engel de bu önyargılar. Hepimizin kafamızda kurduğumuz bir dünya var. Bir konuda duyduğumuz ilk şeye inanıyor, kendi gerçeğimiz haline getiriyoruz. Esas gerçekse çoğu zaman çok farklı oluyor. Bana göre Amerikan obezliği konusu da böyle. Herkes fast food diyor. Oysa bir düşünün, biz fast food yemiyor muyuz? Özellikle Taksim'deki Burger King'e veya Mc Donald's'a bir bakın. Daima tıklım tıklım doludur. Ne yana baksanız bir KFC veya Pizza Hut görürsünüz. Buna karşın neden bizde herkes obez değil? Bana göre fark yaşam alışkanlıklarında yatıyor. Biz yakın mesafeleri yürür,  otobüslerde saatlerce ayakta yolculuk ederiz. Amerika'da ise market bile çoğu zaman evlerden uzakta, büyük bir mall yani alışveriş merkezi şeklinde. Bizdeki gibi adım başı market veya küçük bakkallar yok. Bir de buna yazın kavurucu sıcak, kışın soğuk eklenince her yere arabayla gidip geliyorlar. New York gibi büyük şehirlerin dışında, küçük yerlerde yolda yürüyen kimseyi göremezsiniz. Hatta bir kısmı market içinde dahi yürümüyor, akülü araba gibi sepetlerle geziyorlar.


 
Son olarak efsanevi Amerikan ucuzluğu konusuna değinip, yazıyı noktalayacağım. Evet, bu efsane doğru. Özellikle küçük şehirlerde bulunan outlet'lerde. Türkiye'de pahalıya patlayan ürünler, Amerika'da tahmin edilenden de ucuz. Banana Republic, Tommy Hilfiger veya Gap gibi markalar yüklü bir maaş gerektirmiyor. Elektronik de daha ucuz. Bilgisayarlar, fotoğraf makineleri, cep telefonları neredeyse yarı fiyatına satılıyor. Sebebi de verginin düşük olması.

Esasında bu yazı çok daha uzun ve ayrıntılı. Hatta sonunda, Travel aşamasında gezdiğimiz New York'dan izlenimlerim de var. Ancak o benim de muhabiri olduğum Marmara İletişim Haber Ajansı'nın çıkaracağı röportajlar kitabında yayımlanacak. (Röportaj soru-cevap değil, betimlemeye dayanan, okuması çok zevkli bir yazı türü. Araştırıp, özellikle Yaşar Kemal'in röportajlarını okuyun, derim). Eğer kendimde o azmi ve çalışkanlığı görürsem, daha da geliştirip küçük bir Work and Travel rehberi hazırlamayı düşünüyorum. Şirketlerin verdiği küçük rehberler var ve buralarda prosedüre ilişkin bilgiler yazıyor. Ama birebir deneyimlere dayanan bir kaynak eksikliği var. Bakalım, belki bu eksikliği doldururuz.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Bağcı Dövmek Mi Üzüm Yemek Mi

2010 yılını bir kelimeyle anlat deseler, 'gönüllü', 'Amerika' veya 'çalışmak'
sözcüklerinden birini seçebilirim. Ama bir kelime var ki, özellikle son iki aydır bunların hepsinin önüne geçmiş gibi gözüküyor: Eğitim.

Önce Or-ge Kamp, sonra Fikir Toplama Kampı derken, şimdi de Kulüpçülük Akademisi eğitimleri başladı. Akademi'yi İstanbul'daki üniversite kulüplerini bir çatı altında toplayıp, onların ihtiyaçlarını gidermek, projelerine destek sağlamak amacıyla çalışan İstanbul Öğrenci Kulüpleri Platformu düzenliyor. Üniversite öğrencileri için, başka kurumlarda saatine yüzlerce lira ödeyeceğiniz eğitimlere ücretsiz katılma olanağı yaratıyorlar. 'Bir diploma yeter bana' demeyen, sürekli bir şeyler öğrenip, kendini geliştirmeye çalışan herkes, Platform'u takip etmeli diye düşünüyorum.

Bugün Akademi'nin ilk günüydü ve eğitim başlığında Etkili İletişim ve Sunum Tekikleri yazıyordu. Baştan belirteyim, bu yazıdaki neredeyse tüm ifadeler, sunumu yapan Enver Seyitoğlu'na ait. Eğitim sırasında aldığım notlardan yola çıkarak yazıyorum. Ancak ben, şöyle dedi, böyle ifade etti demeyi pek sevmediğimden sanki kendi düşüncelerimmiş gibi yazacağım. Haber dilinde, yüklem tekrarı yapmamak için, söyledi, belirtti, ifade etti gibi kalıpları mecburen kullanıyoruz. Ancak bana göre bunlar, yazının samimiyetini de alıp, götürüyor.


Karnenin Sağ Tarafı

Enver Seyitoğlu eski bir TRT spikeri. Hatta bir dönem TGRT ve Star Haber'de çalışmış. Sesini duyduğunuzda hemen fark ediyorsunuz zaten. Geçmiş yıllara ait bir haber bülteni dinliyor gibi hissediyorsunuz. Konservatuvar okumuş ama oyunculuk değil, spikerlik yapmak istemiş.

Başarmış da. Hem de TRT sınavında, 10.000 kişi arasında birinci olarak.

Konu hitabet ve sunum teknikleri ya, işin kökenine değinerek başlıyor anlatmaya: Bizim en büyük hatamız daha ilkokul sıralarında başlıyor aslında. Hatırlarsınız, karnenin sol tarafında Türkçe, Matematik, Fen Bilgisi olur. Bu derslere verilen notlar 2,3,4 diye gider. Sağ tarafında ise davranışlar vardır ve burada arkadaşlarıyla iyi geçinme, sorumluluk alabilme gibi daha hayati kriterler vardır. Ancak buraya, sol tarafa verilen önem hiçbir zaman verilmez. Hepsi pekiyidir. Ne öğretmen bakar buraya, ne de veli. Oysa karnede ağırlık sağ tarafa verilseydi, bugün daha başarılı ve mutlu bireyler olabilirdik.

Kendimizi bir grup içinde ifade edemememizin sebebi, okul öncesindendir. Okulda ise parmak kaldırmadan konuşmak yasaktı. Sus, ben sana söz verdim mi, denirdi. Bu da susturulmuş, bastırılmış insanı getirdi. İletişimde özgüvensizlik, zaman zaman tıkanmalar yaşamamızın sebebi, bu eğitim eksikliği.

''İletişim kendini ifade etmek değil, kendini nasıl ifade etmektir''

İletişim bir enerji. Atom bombasından çok daha etkili. Moralinizi bozabilir veya intihara kalkışan bir insanı vazgeçirebilir. Konuşarak mutlu ediyor muyuz, etmiyor muyuz, sürekli bu soruyu sormalıyız kendimize.
  
Düşün Tasarla ve Kurgula

Konuşma sırasında 5 saniye hakkınız var. Karşınızdakine bakabilir, düşünebilirsiniz. Nasıl yani veya sorunuzu tekrarlar mısınız derseniz, 1,5 dakika daha kazanırsınız.

Düşünüp, tasarlayıp kurguladıklarınızı hayal edin. İletişimin en büyük gücü tasavvur ve tahayyüldür. Yani bir olayı kişisiyle birlikte hayal etmek.

Beyin çok güçlü bir merkez ve her şeyi dondurma gücü var. Çok yoğun bir sıkıntınız olsa dahi bunu başkalarına yansıtma hakkınız yok. Cümlenin son kelimesiyle bile her şeyi tersine çevirebiliriz ama son kelimeyi söylediysek, bunu geriye alamayız:

''Ben size, hepininiz birbirinizden rezilsiniz, demedim ki'' 

Anahtar Kelime; Üslüp

İletişimde her şey konuşulabilir, her şey sorulabilir. Ama üslubunca. Aile, arkadaşlık ve iş ilişkilerimizde amacımız daima üzüm yemek olmalıdır, bağcı dövmek değil. Aksi takdirde iletişim kazaları yaşarız. Bundan da en zararlı çıkan yine biz oluruz. Hiçbir şey kazanamayız.

İletişim Kazaları

Bazı insanların bam teli vardır; Ona dokunursanız, sıçrar. Bazı insanların da çok hoşuna giden şeyler vardır; Bunları söylerseniz iletişiminiz güçlenecektir. Katılmıyorum, asla, olmaz, mümkün değil, hatta ama kelimesi bile hoş değildir. İletişim kazasına yol açar.

Evet, size katılıyorum. Çok haklısınız. Yardımcı olamadığım için özür dilerim dersek, herhangi bir iletişim kazasına yol açmayız.

İletişimin önündeki en büyük engel önyargı. Bir insanla karşılaştığımızda, onlarca düşünce bir film şeridi gibi aklımızdan geçiyor. Bu önyargılarla, iki veya üç defa hata yapabilirz ama daha fazlası kasıta girer. Hep karşımızdaki bizi dinlesin, anlasın istiyoruz. 'Önce can, sonra canan' diyoruz. Ama iletişimin sırrı 'Önce canan, sonra can' diyebilmektir.


Örneğin kapıda karşılaşan A ve B kişileri:

İlk karşılaşmada A kişisi B kişisine yol verirse, bir sonraki karşılaşmada B kişisi A kişisine yol verme ihtiyacı duyacaktır: Siz buyurun, diyecektir. Çünkü vicdanı devreye girecektir.

Samimi ve doğal olursanız, karşınızdaki bunu hissedecektir. İletişim kurarken gücünüz deneme değil, gözlem olsun. Böylece iletişim kazalarını önceden görebilirsiniz. Bu bir süreçtir ve önce kendini anlamakla başlar. Aynada kendimizi kontrol etmeliyiz; Ben nasıl ağlıyorum, nasıl gülüyorum, mimiklerim nasıl? Kendini anlamayan, başkalarını anlayamaz.

Ağzından Çıkanı Kulağın Duysun

Konuşmadan önce düşünmeliyiz. Özellikle de yeni tanıştığımız insanlarla konuşurken. 'Ağzından çıkanı kulağın duysun' diye boşa denmemiştir.

Önyargılı Yaklaşım

İkinci iletişim kazası ise önyargılı yaklaşım. Hemen, bu da ne biçim konuşuyor böyle, cahil galiba demek en büyük hatadır. Bu önyargılar bizi bir gün mutlaka mahcup edecektir. Üstelik, üslup kazaları istekli ve bilinçli olur. İyi ki yaptım, dersiniz. Ama iletişimin son aşamasında fark edersiniz ki, bu bir üslup kazasıdır.

İletişim kurarken, önem sırasına göre üç faktör belirlenir;

a)beden dili
b)ses tonu
c)kelimeler

Eğer beden dilimizi harekete geçirebilirsek, ses tonumuz ve sözcüklerin önemi azalacaktır.

Kavram Kargaşaları

Kelimeleri uygunsuz şekilde kullanıp, karşımızdakine yanlış ifade etmektir. Sonradan, ben aslında öyle demek istemedim, deriz ama artık bir işe yaramaz.  Kelimeler, ses tonu ve beden dili; Bu üçünü çok iyi kontrol edebilirsek, her zaman takdir görürüz.


İnsan=İletişim

Ne kadar insan tanırsanız, o kadar iyi iletişim kurarsınız, diyor. Konuşmasını yaparken sesini çok iyi kontrol ediyor. Kimi zaman giderek alçaltıp, ortalığı sessizliğe boğuyor. Kimi zamansa aniden yükseltip yerimizden fırlatacak bir seviyeye çıkarıyor. Konsertatuvar eğitiminin getirdiği bir başarı bu. Yerine göre inceltip, kalınlaştırıyor. Sanki karşınızda bir değil, birkaç konuşmacı var izlenimi veriyor:

'Bunda bir şeytan tüyü var' derler. Aslında şeytan tüyü falan yoktur. Sadece çok insan tanımıştır ve kod çözmeyi iyi biliyordur.

Üslup Kazaları

Bir arabanın sahibiyle karşılaştığımızda şöyle davranabiliriz:

A:''Araba Sizin mi?''
B:''Evet, yni aldım''
A:''Benim eski araba da bundandı. Hiç memnun kalmadım. Gördüğüm en kötü otomobil''

İşte bu, üslup kazasıdır

veya:

''Yeni arabanız hayırlı olsun. Umarım çok memnun kalırsınız'' diyebiliriz.

Konuşmaya başlamadan önce düşünmek, kelime ve cümle aramak hatadır. Karşı taraf bunu fark eder.  Aa, ıı deyip dururuz.


Ev Sahibi Olun

Bir sunum yaparken rahat hissetmenin en iyi yolunu da ev sahibi metoduyla açıklıyor:

Sahneye çıktığınızda, en iyi metod ev sahibi gibi davranmaktır. Bir ev sahibi rahat, içten ve alçakgönüllüdür. Göz teması da daha sıcak olur. Dinleyiciler de konuktur. Eğer bir dinleyiciye söz hakkı verilmişse, artık o da ev sahibidir.

-Dikkat edilmezse, sunum sıkıcı, akılda kalmayan, mesajı ulaştırmayan bir hale gelir.

-Gözü anlatandan çok, kirpiği anlatan akılda kalıyor. Bütün yerine ilginç bir kısmı alın ve bunu tüm detaylarıyla inceleyin. Daha dikkat çekici olacaktır.
-Sunumu özgün kılan, alıntıya bağlı kalmadan kendi deneyimlerimizi aktarmaktır.  Bana göre, araştırmalarıma göre diye kendimizden örnek vermek, içten olmak daha çok işe yarayacaktır.
-Artık kürsü arkasında kağıt okuma devri de bitti. Kürsü yalnız takdimciye aittir, sunumu yapana değil. 

Sunum yaparken ayrıca:

1)Öncelikle beden dili, ses tonu ve sözcükleri iyi kullanın
2)Her bilgide mutlaka örnek verin
3)Konuyla ilgili, başınızdan geçen bir olayı anlatın
4)Konuyla ilgili bir fıkra, bir anekdot(kısa hikaye) anlatın
5)Konuyla ilgili bir şiir okuyun
6)Konuyla ilgili atasözleri ve deyimleri kullanın
7)Mizah gücünüzü kullanın. Tiyatroda güldürmek, ağlatmaktan daha güçtür. Espri yeteneği bir zeka göstergesidir. Bu yeteneğinizi geliştirmek için esprili insanlarla daha çok zaman geçirin
8)İnteraktif bir sunum yapın. Dinleyicilerin görüşlerini alın. Nabız yoklaması yapın. Sunumdan önce ve sonra bir soru sorup, karşılaştırma yapın.
9)Konunuza çok hakimseniz, sunumun son kısmını soru-cevapa ayırın. Hakim değilseniz yapmayın.
10)Mutlaka konunuzla ilgili bir obje kullanın. Kalemle oynamak, saçlarla oynamak değil.
11)İstatistik bilgilere asla sunumda yer vermeyin. Sunum sonunda dağıtın.

Sunum sırasında, iki kişi sürekli kendi aralarında konuşuyor ve dikkatinizi dağıyorsa, susar, onlara bakarsınız. Susar hatta kızarırlar. Çünkü salondakiler de onlara bakıyor olacaktır.

Arka sıralardan ahkam kesen bir dinleyici olursa da, ''Arkadaşlarımız sesinizi duyamıyor. Lütfen gelip burada söyler misiniz, deyin. Artık o da bir ev sahibi olacağından, muhalefetinden eser kalmayacaktır.

Diksiyon Dersleri

Enver Seyitoğlu, eski bir TRT spikeri. Bugünse Ümraniye Belediyesi Cahit Zarifoğlu Kültür Merkezi'nde diksiyon kursları veriyor. Bu eğitimden sonra ben de fark ettim ki bir diksiyon kursuna yazılmanın vakti gelmiş de geçiyor bile. Üstelik belediyelerde özel kurslara göre çok daha uygun fiyata veriliyormuş, araştırmak gerek.

Kaynak kitap tavsiye etmesini istediğimizdeyse beden dili hakkındaki kitapların tamamının eksik olduğunu söyledi. Ancak çok iyi bulduğu bazı kaynakları yazdırdı. Bunlar:

-Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı - Stephen R. Covey - Varlık Yayınları
-TDK Türkçe Sözlük
-Osmanlıca - Türkçe Lügat


Yazı Müziği: Maroon 5 - Wake Up Call

8 Aralık 2010 Çarşamba

Öğrenci Evi ve Fikirsizler

Fark etmişsinizdir, bugünlerde Facebookta hep bir grubun gönderilerini paylaşıyorum. Yayılıp daha çok kişiye ulaşması için tanıtıcı gönderiler yayınlayıp, etiketliyorum: Öğrenci Evi.

Öğrenci evi deyince aklımıza, ordan burdan bulunan eşyalarla kurulmuş, geçici bir düzen geliyor. Ama bu grup aslında geçici değil, kalıcı olmayı hedefliyor. Peki nereden çıktı bu diyecek olursanız, Fikir Toplama Kampı'ndan çıktı. Kampın, benim de içinde bulunduğum reklam ve pazarlama grubunun bir projesi. Biraz başa dönecek olursak, Fikir Toplama Kampı (FTK) da Fikirsizler'in bir projesi.

Fikir+Sizler= Fikirsizler

Başta Bahçeşehir olmak üzere, pekçok üniversiteden reklam, pazarlama, bilişim, inovasyon gibi çeşitli alanlara ilgi duyan öğrencilerin oluşturduğu bir grup Fikirsizler. Esasında grubun adı fikri olmayan anlamında değil, fikir+sizler kelimelerinin bir bileşimi. Beşiktaş'taki ofislerinde buluşup, yeni fikirleri projelendirmeye ve hayata geçirmeye çalışıyorlar. Eğer sizin de kafanızda bir iş fikri var ve bunu nasıl hayata geçiririm diye düşünüyorsanız, çekinmeden kapılarını çalabilirsiniz. Yeni bir şeyler yapmak isteyen, proje fikri olan herkese kapıları açık.

Her yıl Fikir Toplama Kampı adında eğitim ve fikir alışverişi diyebileceğimiz bir kamp düzenliyorlar. İşin başında da yine bir Bahçeşehir öğrencisi, Yunus Becit var. Önceleri Düşün Taşın Derneği ile çalışırken, şimdilerde daha çok Fikirsizler üzerinde duruyor. Birbiriyle uyumlu ve çalışmaktan keyif alınan bir ekip Fikirsizler.Kafanızda oturmuş fikir yoksa dahi, sırf bir şeyler yapmak veya her an yardıma hazır bir ekiple çalışmak için Fikirsizler'i tanıyın, derim.

Sıradan Bir Facebook Grubu Değil

Öğrenci Evi'ne dönecek olursak, Fikir Toplama Kampı'ndan beri üzerinde düşündüğümüz, ne yapsak, ne etsek dediğimiz bir proje bu. Nerelerden geçip buraya geldi diye anlatsam uzun hikaye olur ki buna hiç gerek yok. Zaten şimdilik sadece ilginç videolar, komik fotoğraflar paylaşan bir facebook grubu görünümünde. Ancak bu sadece kısa bir süre devam edecek. Belirli bir kişi sayısına ulaşıldığında ise çekilişle ve farklı yöntemlerle üniversite öğrencilerine yönelik fırsatlar sunan, hediyeler dağıtan bir grup haline gelecek. İçerikse, tamamen sizlerin gönderdiği fotoğraf, yazı ve şarkılardan oluşacak.

Hatta öğrencilerin hayallerini gerçekleştiren, istediği firmada çalışma gibi olanaklar sağlayan bir buluşma noktası haline gelecek. Proje halen geliştirilme aşamasında olduğu için şimdilik fazla bilgi veremiyorum. Ancak genel olarak yurt genelindeki üniversite öğrencileri için yeni bir alan, bir mecra oluşturacağını rahatlıkla söyleyebilirim.

Eğer her şey planladığımız gibi giderse, hiç akla gelmeyen yenilikler de bizi bekliyor olacak. Ama onlardan söz etmek için henüz erken. En azından şuan için.

Hakkımda

istanbul, Türkiye
İnsan fırsatların gelmesini bekler, fırsatlar da insanın gelmesini; İnsanlar bekler, fırsatlar bekler; kazanan hep mazeret olur

İzleyiciler

Blog Arşivi