Sonunda Amerika yazımı bitirdim. En azından şimdilik. Nitekim esasında bir yazı hiçbir zaman bitmez. İnsan hergün değişen bir varlık olduğundan hergün okusa yine bir eksik, yanlış bulur ve değiştirme ihtiyacı hisseder. Ama en azından bir taslak oluştu diyebilirim.
Amarika'ya gitmek.. İyi de nasıl?
Amerika bize hem uzak hem çok yakın bir dünya. Hemen hergün Hollywood filmleri izliyor, McDonalds'da yemek yiyip, Starbucks'ta kahve içiyoruz. Peki neden Amerika'ya, bu okyanus ötesindeki ülkeye gitmek istemiştim. En başta, her sene birbirinin aynı olan ve dinlenip, gezmekten başka pek bir getirisi olmayan tatillerden bunalmıştım. 2010 yazı farklı olmalıydı.
Önce, Avrupa'ya gidip, sivil toplum projelerinde gönüllü çalışmayı düşündüm. Türkiye'de Gençtur'un organize ettiği bu çalışmalara hiçbir ücret ödemeden katılıp, Fransa, Almanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerinde çalışma ve gezme olanağı buluyorsunuz. Tam adı da 'Avrupa Gönüllülük Hizmeti'. Ama daha önce iki haftalık bir turla da olsa Avrupa'yı görmüştüm. Ben Amarika'ya gitmeliydim. İşte tam da bugünlerde bir fırsat çıktı karşıma: Work and Taravel. Çevirisi çalış ve gez olan bu programla üniversite öğrencileri yaz aylarında Amerika'da çalışıp, daha sonra gezme olanağı buluyorlar. Hemen başvurdum. Misouri'nin küçük tatil şehri Branson'da, bir fast food restoranında çalışacaktım. Pasaportuydu, çalışma izniydi, vizesiydi derken hepsi ayrı bir maceraya dönüşen işlemlerden sonra bir baktım ki Amerika'dayım.
''Beklentini düşük tutarsan, mutlu olma olasılığın artar.''

Üstüne bir de yeni iş bulamayınca bana yeniden Wendy's yolu göründü. Ama artık kendim bile fark ediyordum ki, değişmiştim. Eskiden burun kıvırdığım işleri daha müdür söylemeden yapar hale gelmiştim. Yabancı bir ülkede işsiz, güvencesiz geçirilen hergün ayrı bir ders gibi oluyor. Çok şey öğreniyor, babamın deyişiyle, hayatın gerçeklerinin farkına varıyorsunuz.
Bir süre Amerika'da yaşayan insanlarda gözle görülür bir değişiklik, bir olgunluk gözlersiniz. Türkiye'ye döndüğümde pekçok kişi şunu soruyordu: ''Ne var abi bu Amerika'da? Giden herkes çok farklıydı, çok şey öğrendim, çok değiştim deyip duruyor, nedir farkı?''
Bana göre bu değişim, ister çalışmak için, ister okumak için veya başka bir sebeple ülkenden çok uzakta olmaktan kaynaklanıyor. Her an destek aldığın aile ve yakın arkadaş çevren yok. Sadece sen varsın. Belki yurtdışı şart değil, ailesinden ayrı, şehirdışında okuyan öğrenciler de buna benzer deneyimler yaşıyorlar. Ama ikisi bir değil. Çünkü başka bir şehirdeyken istediğiniz an bir otobüse, uçağa atlayıp ailenizin yanına gidebilirsiniz. Yurtdışındayken ise bu kolay değil. Aileniz oraya göndermek için pekçok fedakarlık yapmış, emek harcamıştır. Başarılı olmak zorundasınız. Ben evimi özledim, hani annemin yemekleri deme lüksünüz yok. Hatta istediğiniz an telefon açıp konuşmak da yok: Örneğin Amerika ile Türkiye'nin 8 saat zaman farkı var ki bu, batıya gittikçe artıyor. Aradığınız zaman Türkiye'de gecenin bir yarısı olabilir. Her an bunları düşünmek, insanın sorumluluk bilincini de geliştiriyor.
Peki Wat'ı tavsiye ediyor musun diyenlere, eğer bunları göze alırsanız gidin, diyorum. Mezun olmadan önce üç aylık bir 'yaşam simülatörü' gibi görülebilir. Basit bir örnek verecek olursak, eskiden hamburgerler sanki bir makineden bize ulaştığı şekilde çıkıyor gibi düşünürdüm. Hatta düşünmezdim. Sadece hamburgerdi işte. Oysa ekmekleri, köfteleri... Hepsi ayrı bir emek ve çaba gerektiriyor. Bunu da ancak yaşayarak öğreniyorsunuz. Yani en uzun ve zor ama en etkili öğrenme biçimiyle.
En büyük katkısı ise özgüven diyebilirim. Yine eskiden, iyi de yapabilir miyiz dediğim pekçok şey artık çok kolay görünüyor. Kendini tanıyor ve çok daha sağlıklı düşünmeye, karar almaya başlıyorsun. Bir de biz Türkler tek başımıza bir şey yapmak istemeyiz. Oysa şimdi gerekirse, tek başıma Amerika'ya giderim. Hem de bir an tereddüt etmeden.
Hep duyarsınız, Amerika dünyayı kandırıyor, sömürgeleştirip, kendine mecbur bırakıyor gibi Amerikan karşıtı görüşler siyasi sohbetlerin vazgeçilmez konusudur. Peki bu kadar basit mi? Hayır. O günlerde beni en çok şaşırtan şeylerden biri Walmart gibi marketlerde veya McDonald's'larda çalışanların çoğunun çok yaşlı olmalarıydı. Düşünsenize 70 yaşını aştığı belli biri geliyor ve masanızı siliyor. İlk zamanlar buna alışamadım, rahatsız oldum. Üstelik alt sınır da pek yüksek değil. Wendy's'deki çalışanların bir kısmı 18'inden küçüktü. Bana göre Amerika'nın süper güç olmasının bir nedeni varsa o da çalışmaktır. Harvard dahil üniversitede okuyan öğrencilerin pek çoğunun çalışarak okul harcını kendi karşıladığını bilmeyen yoktur. Üstelik işlerine çok bağlılar. Bizdeki gibi bir çay arası versek, çalış çalış nereye kadar mantığı pek yok. İş, her şeyin önünde geliyor. Bu da tabii başarıyı getiriyor.
Amerikalılar neden obez?
Tabii ki fast food yemekten diyorsunuz, değil mi? İşte, insanın gerçeği öğrenmesinin önündeki en büyük engel de bu önyargılar. Hepimizin kafamızda kurduğumuz bir dünya var. Bir konuda duyduğumuz ilk şeye inanıyor, kendi gerçeğimiz haline getiriyoruz. Esas gerçekse çoğu zaman çok farklı oluyor. Bana göre Amerikan obezliği konusu da böyle. Herkes fast food diyor. Oysa bir düşünün, biz fast food yemiyor muyuz? Özellikle Taksim'deki Burger King'e veya Mc Donald's'a bir bakın. Daima tıklım tıklım doludur. Ne yana baksanız bir KFC veya Pizza Hut görürsünüz. Buna karşın neden bizde herkes obez değil? Bana göre fark yaşam alışkanlıklarında yatıyor. Biz yakın mesafeleri yürür, otobüslerde saatlerce ayakta yolculuk ederiz. Amerika'da ise market bile çoğu zaman evlerden uzakta, büyük bir mall yani alışveriş merkezi şeklinde. Bizdeki gibi adım başı market veya küçük bakkallar yok. Bir de buna yazın kavurucu sıcak, kışın soğuk eklenince her yere arabayla gidip geliyorlar. New York gibi büyük şehirlerin dışında, küçük yerlerde yolda yürüyen kimseyi göremezsiniz. Hatta bir kısmı market içinde dahi yürümüyor, akülü araba gibi sepetlerle geziyorlar.

Son olarak efsanevi Amerikan ucuzluğu konusuna değinip, yazıyı noktalayacağım. Evet, bu efsane doğru. Özellikle küçük şehirlerde bulunan outlet'lerde. Türkiye'de pahalıya patlayan ürünler, Amerika'da tahmin edilenden de ucuz. Banana Republic, Tommy Hilfiger veya Gap gibi markalar yüklü bir maaş gerektirmiyor. Elektronik de daha ucuz. Bilgisayarlar, fotoğraf makineleri, cep telefonları neredeyse yarı fiyatına satılıyor. Sebebi de verginin düşük olması.
Esasında bu yazı çok daha uzun ve ayrıntılı. Hatta sonunda, Travel aşamasında gezdiğimiz New York'dan izlenimlerim de var. Ancak o benim de muhabiri olduğum Marmara İletişim Haber Ajansı'nın çıkaracağı röportajlar kitabında yayımlanacak. (Röportaj soru-cevap değil, betimlemeye dayanan, okuması çok zevkli bir yazı türü. Araştırıp, özellikle Yaşar Kemal'in röportajlarını okuyun, derim). Eğer kendimde o azmi ve çalışkanlığı görürsem, daha da geliştirip küçük bir Work and Travel rehberi hazırlamayı düşünüyorum. Şirketlerin verdiği küçük rehberler var ve buralarda prosedüre ilişkin bilgiler yazıyor. Ama birebir deneyimlere dayanan bir kaynak eksikliği var. Bakalım, belki bu eksikliği doldururuz.