12 Haziran 2011 Pazar

Başbakan Şarkı Söylüyor

Yazının başlığını Hürriyet internetin bir haberi verdi. Başbakan,Türk Siyasetine kazandırdığı ''balkon konuşması'' sırasında şarkı söylüyormuş.

Seçim öncesi anket sonuçlarının aksine oylarını artırmış, her iki seçmenden birinin oyunu almış. O şarkı söylemesin de kim söylesin?

Her seçimden önce ve sonra gazeteciler, siyasetçiler, akademisyenler televizyona çıkar, konuşurlar: ''Efendim işte hede hödö...''

Halbuki bir gün de dağdaki çobanı çıkarsalar, ''Hangi partiye oy verdin? Neden'' deseler, daha kesin bir sonuç çıkabilir.

Nitekim seçim anketleri yine çok doğru sonuçlar veremedi. Hatta bazı anketlere göre seçmen, Ak Parti'yi sandığa gömecekti. Siyasi parti liderleri, akademisyenler de bu sonuçlara göre yorum yaptılar. Halbuki Ak Parti'nin esas seçmeni internete giren veya seçim anketi dolduran insanlar değil. Bunu gözardı ettiler.
Bir de şu var: Eğer hep denildiği gibi çobanla Güler Sabancı, cemaat üyesiyle Ermeni Papaz aynı partiye oy veriyorsa, durup düşünmek gerek.

Anayasa Seçimi

Eğer Ak Parti daha çok oy alsaydı, tek başına anayasayı değiştirme gücüne de sahip olacaktı. Yani CHP engeli ortadan kalkacaktı. Ama olmadı.

Ancak AKP'nin eli yine de güçsüz değil. Eğer değişikliği CHP veya diğer partiler veto ederse, aldığı oy oranı sayesinde halk oylamasına gidebilir ki buradan çıkacak sonucun da seçim sonucundan çok farklı olmaması bekleniyor. Yani anayasa AKP'nin istediği doğrultuda değişebilir deniyor.

Başa dönecek olursak, neden seçim anketlerinin aksine Ak Parti'nin oyları düşmedi? Seçmen internetten başka partiye, sandık başında AKP'ye mi oy verdi?

Siyaset uzmanı değilim ama bana göre bu olay biraz da şuna benziyor:

Araba tamircinizi hiç sevmeyebilirsiniz. Ama işini doğru yaptığını düşünüyorsanız, yine ona gidersiniz. Arabanızı başkasına emanet etmezsiniz. Yani seçmen başka parti veya başka bir liderin daha iyi olduğunu düşünse, ona oy verir. Başkasını daha iyi niyetli görebilir. Ancak bu işi hakikaten yapabilir mi diye sorulursa, yine sevmediği tamirciye gidecektir.

Ne demişler: İş başka, arkadaşlık başka.

5 Haziran 2011 Pazar

Bi Blog Vardı...

Kaç zamandır aklımda: Blog yaz, blog yaz... Bir türlü klavyenin başına geçemedim. Tabii bunda finallerdi, bitirme teziydi koşturmanın payı var. Ama tabii bunlar iki satır blog yazmaya engel olacak kadar değil.

Rahmi Koç değiliz ya o kadar meşgul olalım...

Bir defa okul bitiyor(bitirme tezini sağ sağlim verirsek)... Bir öğrenci için daha iyi ne olabilir diye düşünüyor insan değil mi?

Yanlış.

Biliyorum ki artık istediğim zaman gidip, istedim mi kırtasiyeden notlarla idare edeceğim bir yer yok. Örneğin tıp okuyan için üniversitenin bitmesi büyük bir değişim olmayabilir. Bir ay evvel ders çalışıyordur, şimdi ise hasta muayene edecektir.

Ancak iletişim okuyan bizler için mezuniyet büyük bir değişim hatta bir yıkım!

Nitekim dersler sosyoloji, tarih, internet, gibi bir dersten öte ilgi alanı gibidir. Görece zor olanları da vardır ama bir şekilde geçilir işte...

Ailen hep arkandadır: ''Okuyor çocuk'' derler.

Şimdi?

Daha bir ay evvel öğrenciyken, ''işsiz'' kalırsın.

Yüksek lisans, doktora yapabilirsin ama ''öğrenci'' olmaya devam etmek için paran veya isteğin olmayabilir.

Bir de şu var: Tıp okudun mu doktor olursun, mühendislik okudun mu mühendis... Firmalara başvurur, kabul edilirsen çalışırsın. Ama iletişim okudun mu muhabir, programcı(radyo-tv), halkla ilişkilerci, reklamcı ve daha bir sürü şey olabilirsin. Ayda 5000 dolar kazanabilirsin. Veya hiçbir şey olmayabilirsin. Bu tamamen kendini bir alanda geliştirmene veya dil öğrenmene veya sağlam yerlerde tanıdıklara bağlıdır.
Üstelik sadece iletişim mezunları değildir ''rakibin''. Herkes gazeteci, televizyoncu veya reklamcı olabilir. Hep verilen bir örnek: ''Tıp okumadan açık kalp ameliyatı yapamazsın ama iletişim okumadan haber yazabilir, fotoğraf çekebilirsin''.

Gazeteci Mehmet Barlas'ın bir sözü var: ''Ben bu işi bedavaya da yapmaya razıyken bir de üstüne para veriyorlar''.

Bu örnekten de yola çıkarak gazeteciliğin bir meslek değil, ilgi alanı olduğunu söyleyebiliriz. Engelleri aşmak, farkını ortaya koymak için ''uzmanlaşmayı'' öneriyor usta iletişimciler: ''Her konuyu biraz bil, bir konuda her şeyi bil''

Bitirme Tezi

Üniversiteden mezun olmak için tüm dersleri vermek yetmiyor. Belli bir konuda araştırma yapıp, 50-100 sayfa yazmanızı istiyorlar. Adı da ''bitirme tezi''. Daha ne olduğunu anlamadan başladık biz de tez yazmaya. Kütüphanelere gidip kitaplardan, konusu benzer tezlerden fotokopi çektirdik.

Bu arada bir sürü şey de öğrendik ama tezin en büyük katkısı ''Atatürk Kitaplığı'' oldu. Senelerdir oradaydı ama hiç gitmemiştim. Harbiye'deki kütüphanenin kitap arşivi iyi mi, bilmiyorum. Ama çok iyi bir basılı gazete ve dergi arşivi var.
Tezin konusu da ''1980 Sonrası Basında Reklamlar''. Reklamcılığa merak sardık ya. Tezle giriş yapalım dedik. Bu arada şunu da gördük ki Türkiye'de reklam tüm gürültüsüne rağmen henüz emekleme aşamasında. Her konuda olduğu gibi Batı'yı takip ve taklit ederek bir yere gelmeye çalışıyoruz. Bu konuda çok örnek var ama o ayrı bir yazı konusu. Bu konuya ilgisi olanlar Türkiye'de reklamcılığı başlatanlardan Eli Acıman'ı araştırabilirler.

Reklam Olmayalım

''Yahu Murat reklamcı olacağım diyorsun ama daha kendi reklamını yapamıyorsun'' diyorum kendi kendime.

Kariyer.net'te hesabım var. İş başvuruları da yapıyoruz tabii.

Ama herkes yapıyor...

Ne zamandır aklımda: Bir website açıp, özgeçmiş olarak kullanayım diyorum. Bu da yeni bir şey değil, çok uygulayan var.

Ama kağıt parçasından iyidir.

Bugüne dek yaptıklarını, kariyer hedeflerini, yazıyla, görsellerle aktarabilirsin.

Üstelik Wordpress gibi basit ve ücretsiz bir olanak var. Senede 17 dolar ödeyip, kendi adınla da alabiliyorsun. Wordpress uzantılı alırsan ücretsiz.

Türkiye Avrupa Vakfı

Avrupa Birliği Projesi yazmak veya Avrupa'da gönüllü çalışmak veya Avrupa Birliği fonlarını öğrenmek, isteyenler için Taksim'de, Kallavi Sokak'ta bir vakıf var: Türkiye Avrupa Vakfı.

Üniversite öğrencisi gençlere eğitim veriyorlar. Avrupa Birliği projesi hazırlamak isteyenler buradan bilgi alabilir.

Tabii benim vakıfta AB projesi hazırlayacak vaktim yok.

Aklımda daha çok şu var: ''Ayda 5000 dolar kazanabilirsin veya hiçbir şey olmayabilirsin...''

1 Mayıs 2011 Pazar

1 Mayıs Demek

İşte, şimdi her taraf savaş alanı gibi; Yerde sürünen pankartlar, pet şişeler... Metroya inen merdivenler dahi onlarla dolu. Trafik durmuş, insanlar kaldırımlara hatta yolun ortasına oturmuş dinleniyor. Ama sadece birkaç saat için. Sonra yine trafik akacak, metronun kapalı kapısı açılacak.

Çünkü bugün 1 Mayıs İşçi Bayramı. Binlerce insan yine Taksim Meydanı'nı doldurdu. Şarkılar söylediler, sloganlar attılar. Seslerini devlete, insanlara, dünyaya duyurmak için; Emeklerinin karşılığını almak, daha insana yakışır bir dünyada yaşamak için. Bir de tabii kazandıkları zaferi bir kez daha ilan etmek için. Nitekim 1977'den beri kapalı Meydan'da yapılan ikinci gösteriydi bu. İlki geçen sene düzenlenmişti.
O güne dek 1 Mayıs demek, göstericilerin Taksim'e girmeye çalışması, polisin de onlara biber gazı ve coplarla müdehale etmesi demekti. Özellikle 1 Mayıs 2008'de bu kavga iyice büyümüş, insanlar dışarı çıkmaya dahi korkar olmuştu.

Peki neden?

İstanbul Valisi, Taksim'de 1 Mayıs kutlamasının güvenlik nedeniyle mümkün olmadığını söylüyor, ısrar edilirse polisin müdehale edeceği uyarısını da yapıyordu. Ama sendikalar buna rağmen Taksim'e girmek istiyordu.

Tartışmanın temelinde yatansa, 1977 senesinin 1 Mayıs günü aynı yerde yaşanan katliamdı. Tarihe ''Kanlı 1 Mayıs'' olarak geçen olayda, Etap Marmara Oteli(The Marmara)'nin odasından kalabalığa ateş açılmış, 34 kişi hayatını kaybetmişti. Ancak bunların sadece 5'i vurularak ölmüş, geri kalanı kaçmaya çalışırken ezilerek can vermişti. Üstelik saldırıyı Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı(CIA)'nın düzenlediği yönünde iddialar vardı. Tabii bunların hiçbiri kanıtlanamadı ve olayın failleri bulunamadı.

Ancak bu saldırı, Taksim Meydanı'nın 1 Mayıs'a kapanmasına yetti. Ta ki 31 yıl sonrasına, 2010'a kadar. Tabii bu sınırsız bir özgürlük getirmedi; Polis, barikatların arkasında hazır bekliyordu. Tıpkı bu sene olduğu gibi. Ancak barikatın içinde insanlar özgürce yürüyor, çocuklarını dahi getirmekten çekinmiyorlar. Bu yanıyla da 1 Mayıs artık bir bayram: Kimse aksini iddia etmiyor.

Üstelik bugün benzerine pek rastlanmayan türden bir deneyim de vaat ediyor. Nitekim ellerinde pankartlarla yürüyenler, yolun ortasında davul zurna çalanlar, halay çekenler, duvarlara, heykellere tırmanıp etrafı seyredenler gazetecilik deyimiyle, ''renkli görüntüler oluşturuyorlar''

Sırf bugün için Türkiye'nin dört bir yanından İstanbul'a gelenler var. Törenden sonra otobüslere binip, geri dönüyorlar. Daha özgür, daha insana yakışır koşullarda yaşamak için bir kez daha toplanmak üzere alandan ayrılıyorlar. Ta ki gelecek 1 Mayıs'a kadar...






Not: Biliyorsunuz, Digiturk'un açtığı dava nedeniyle bir süredir blogspota erişim engellenmişti. Kişisel web sitesi veya blog hesabı alarak devam etmek daha iyi olurdu ama yapmadım. Bu da bir kez daha gösterdi ki en büyük düşmanımız kendimiziz. Bıkmadan, yılmadan devam edenler muhakkak başarılı olacaktır.

Hanibal'ın Alpler'i geçerken şiddetli soğuk ve kar karşısında, umutsuzluğa düşen komutanlarına karşı söylediği söz, bugün bile dünyaya yön veriyor: ''Ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız''

Atatürk'ün savaş alanından kaçan erlerine hitabı da iyi bir örnek: ''Silahınız yoksa, süngünüz var''

7 Şubat 2011 Pazartesi

Türk Usulü Sosyal Medya


Rakamlarla Türkiye'de Sosyal Medya:
  • 24 milyon kullanıcı ile dünyada 4. sırada
  • Her üç kişiden biri hergün giriyor
  • 8 milyon Turkcell mobil internet kullanıcısının 4 milyonu hergün giriyor
  • 22 milyon toplam mobil internet kullanıcısı
Sosyal medya(facebook, twitter, friendfeed) uzmanları, girişimcileri ve takipçileri bir hafta boyunca Galatasaray Üniversitesi ile Bilgi Üniversitesi arasında mekik dokuyacak. Nitekim bugün itibarı ile Türkiye'de ilk defa düzenlenen İstanbul Sosyal Medya Haftası başladı.

Oturumlara katılmak için, etkinliğin blogundan kayıt yaptırmak gerekiyor. Başta buna bir anlam veremedim. Ama içeri girince bu zorunluluğun sebebini anladım: Salon tıklım tıklım doluydu. Konuşmacı Mert Alemdar da Nike, Pegasus Havayolları, Samsung Türkiye gibi firmaların Facebook ve Twitter hesaplarını yöneten Social Trackers adlı şirketin kurucusuydu. Türkçe karşılığı sosyal iz takipçiler olan şirketin kuruluş hikayesini şöyle anlatıyordu:

''Firmalarda iş geliştirme yöneticiliği yaparken fark ettim ki, online marka takibi konusunda bir açık vardı. Yurtdışına gidip araştırmalar yaptım ve Amerika'da ilerlemiş oluşumlar olduğunu gördüm. Bunun üzerine çalıştığım şirketten ayrıldım ve Social Trackers'ı kurdum''

Esasında bu iş pek de kolay değil: ''Müşteri ile ilk toplantımız, ''sosyal medya nedir?'' toplantısı oluyor. Ancak müşteri ile ikinci toplantımızda sosyal medyanın ne kadar önemli olduğunu ve takip etmenin önemini anlatıyoruz. Bu işi, şu anda internete büyük paralar yatıran firmalar bile anlamıyor tam anlamıyla. Sektörün daha zamanı var''

Yine de gelişme kaydetmişler. Çalıştıkları firmalardan Samsung'un 2009'da 1 web çalışanı varken, bugün sadece sosyal medya çalışanlarının sayısı 11'e çıkmış.

Markanın aldığı hizmete göre haftalık, aylık raporlar hazırlayıp, firmaya sunuyorlar. Bu sayede marka, hangi kampanyayı yapsın, hangi sponsorla çalışsın, hangi ünlüyü kullansın belirleyebiliyor. Hatta hangi stratejiyi izleyeceğine karar veren firmalar da var. Bu raporlama için de aylık 2.000 - 10.000 TL arası bir bedel ödüyorlar. 

''Başarıyı ise her marka kendisi belirliyor: Kimi satış grafiğini yükseltmek istiyor, kimi Google aramalarında üst sırada çıkmak, bazısı da en fazla yerde görünmeyi amaçlıyor''

İnternet, insanlara hiç olmadığı kadar özgür bir ortam da sunuyor. Peki, bu özgürlükten yararlanıp, firmayı haksız eleştirenler, hatta hakaret edenler ne olacak? 

Bunun takibini ise bir yazılım yapıyor: ''Yani önceden belirlenmiş kelimeler kullanıldığında, yorumu siliyor. Ancak Türkçe, altanlamları fazla bir dil olduğundan, tek başına yazılım yetmiyor, insan faktörü devreye giriyor. Bir ekip sürekli yorumları izliyor ve gerektiğinde müdehale ediyor. Örneğin bir izleyici, Efes Pilsen One Love Festival için, 'manyak, süper, hasta bir konserdi' diyebiliyor. Bu noktada yazılım bir şey yapamıyor, mutlaka insanın devreye girmesi gerekiyor''

''Firmalar başta daha çekimserdi'' diyor Alemdar: ''Özellikle yabancı firmalar daha tahammülsüzdü. Biri firma hakkında kötü yorum yapınca veya hakaret edince, hemen bu kişiye dava açın, diyorlardı. Ama zamanla alıştılar. Onlara anlattık; Bakın, burası sosyal medya, herkes istediğini söylemekte özgür dedik''


Peki bu özgürlüğün bir sınırı yok mu?

''Firma eğer isterse, sosyal medya sayfasında olumsuz yorum yapanlara dava açabiliyor. Nitekim bunun firmanın binasına gidip hakaret etmekten pek farkı yok''


Başlarda Ucuz Yoldu

İlk zamanlar duyuru için yeterli kaynak ayıramayan firmaların başvurduğu bir mecra iken bugün, sırf sosyal medya için büyük prodüksiyonlar yapılıyor. Örneğin Yaris Festivali'nin reklam çekimi için Toyota, 10 otomobil vermiş. Yani dijital ajanslar giderek ''ucuz kurtarıcı'' olmaktan çıkıyor. Televizyonda gösterilmeyen, sadece Facebook için görseller, videolar hazırlıyorlar ve soruyorlar: Televizyonun birkaç saniye için dahi yüzbinlerce lira istediği bir ortamda, bu yol mantıklı değil mi?

İşin -bana göre- sırrını ise konuşmanın sonunda açıklıyor: ''Sizin sayfanız öyle bir kıvama gelmeli ki, moderasyon olarak yapacak pek bir şey kalmamalı. Yanlış bir yorum yapıldığında, markanın gerçek fanları markayı savunmalı''

Uygulamalı Eğitim

Tam salondan çıktım, oturumda aldığım notları gözden geçiriyordum ki telefon çaldı. Arayan, Öğrenci Evi (Burda Her Şey Mümkün!) Facebook Grubu'nda (Burada ne yaptığımızı bir önceki yazım Zuckerberg Caddesi'nde anlattım) çalıştığımız firmalardan birinin yetkilisiydi. Hazırladığımız kampanya metni ve afişini incelediklerini ve kurumsal kimliklerine zarar gelmesinden çekindiklerini söyledi.
 
Al sana uygulamalı eğitim! Daha 5 dakika önce Mert Alemdar'dan dinlediğim durum başıma gelmişti. Tabii firma yetkilisine, ben bu durumu biliyorum, muhafazakar zihniyetle hareket ediyorsunuz ancak artık zaman değişti diyemezsin. Bir ortak noktada anlaştık.

Ama şunu anladım ki, bu iş kolay değil.

En azından şuan için...

1 Şubat 2011 Salı

Zuckerberg Caddesi

Bundan iki yıl önce, yanılmıyorsam güz döneminde, 'internet ve www' diye bir ders almıştım. Basbayağı internet nedir, nasıl çalışır, avantajları ve dezavantajları neler gibi konuları anlatıyordu hoca. Tabii iletişim fakültesi olduğundan, işe daha çok medya tarafından bakıyorduk. O günlerde derste hep, internet gazeteleri basılı gazetenin yerini alır mı, almaz mı diye tartışırdık.

Bugün gelinen noktaya baktığımızdaysa, ortada bir tartışma kalmamış gibi görünüyor;Yıllarca çalışıp bir işletme veya fabrika kuran geleneksel girişim, yerini bir gecede kurulan web temelli işlere bırakıyor. Markafoni, Şehir Fırsatı, Trendyol gibi siteler gündemi belirliyor.  Bundan birkaç yıl önce kurulan Türkiye'nin en büyük online yemek sipariş sitesi Yemek Sepeti'nin hikayesi de anlatmaya çalıştığım şeyin birebir örneği gibi. İstanbul'da belli restoranlarla işe başlayan Yemek Sepeti, şuan Türkiye genelinde 24 şehre ve KKTC'ye yayılmış durumda.  Yemek Sepeti'nin kurucusu Nevzat Aydın da pekçok panele konuşmacı olarak çağrılıyor, hatta İstanbul Business School gibi güçlü bir kurumda, büyük holding yöneticileriyle birlikte, pazarlama eğitimleri veriyor.


Öğrenci Evi Cadde'ye Taşınıyor

Fikir Toplama Kampı'nın benim de içinde bulunduğum reklam ve pazarlama takımından da bir online pazarlama projesi çıkmıştı. Yaptığımız toplantılar ve beyin fırtınaları sonucunda da proje, iyice şekillendi. Önceleri herkese yönelik bir site tasarlarken, hedef kitlemizi daralttık ve üniversite öğrencilerine yönelik bir şey yapmaya karar verdik. Adı da ''Cadde Genç'' olacaktı. Üniversitelilere özel bir fırsat sitesi. Facebook'ta durmadan paylaştığım öğrenci videoları, yorum yap İngilizce eğitim kazan veya tost makinesi kazan gibi Öğrenci Evi(Burda Her Şey Mümkün) sayfasının gönderileri de bu sitenin bir ön çalışması. Daha doğrusu kitle toplama çalışması. Nitekim başarılı da olduk. Bugün grubun 12.000'den fazla üyesi var ve bu sayı katlanarak artıyor. Bu sayede firmalarla yaptığımız görüşmelerden de daha hızlı ve olumlu yanıt alabiliyoruz.

Artık herkes, kişiler, firmalar sosyal medyada yer almaya çalışıyor. Bu büyük pastadan ince veya kalın bir dilim koparmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Öyle ki, bu durum çoktan yeni bir iş kolu yarattı bile: Sosyal Medya Ajansları. Örneğin Ülker, Facebook hayran sayfasını (fun page) bir sosyal medya şirketine teslim etti. Yani, sırf Facenbook sayfası yönetimi için para ödüyor. Üstelik bu para hiç de az değil. 20.000 TL gibi bir rakamdan söz ediliyor. Bunu gören girişimcilerin ve özellikle gençlerin de iştahı kabarıyor. Biz de bir sosyal medya ajansı kuralım diye çalışıyorlar. Yani şehre göçüp, inşaatlarda çalışarak en tepeye çıkma devri kapanmış gibi gözüküyor.

Gençliğin Fırsat Caddesi

Cadde Genç çalışmalarında, işe Facebook'tan başlamaksa firmalarla görüşmelerimizde büyük katkı sağladı. Nitekim herkes sosyal medyada yer almak istiyor ama buna ayıracak zamanları veya ekonomik kaynakları yok. İşte, tam da bu noktada onlara diyoruz ki, siz üyelerimize ücretsiz ürün veya hizmet sunun biz de sosyal medyada reklamınızı yapalım. Bu, yeni ve niş (boş) bir alan. En azından şuan için. 

Üstelik bütün bunlar birbirini tamamlayan ve biri olmazsa öbürü de olmaz şeyler esasında. Eğer Zuckerberg Facebook'u geliştirmeseydi, biz böyle bir girişime kalkışsak dahi muhtemelen nasıl geniş kitlelere duyuracağız ve yayacağız diye kara kara düşünüyor olurduk. Ama şuan yapılacak şey belli: Facebook'ta bir sayfa aç, kitle oluştur, sonra da buradaki izleyicilerini siteye yönlendir. 

Zuckerberg bunu tasarlamış mıydı bilinmez ama eğer girişim başarılı olursa (ki biz buna kesin gözüyle bakıyoruz) bunda Facebook'un ve diğer sosyal mecraların payı göz ardı edilemeyecek kadar yüksek olacak.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Urfa'da Oxford Yok Ama...


Urfa'da Oxford vardı da biz mi gitmedik diyordu İbrahim Tatlıses...
Urfa'da Oxford yok ama biryerlerde var. Peki oralara nasıl gidilir, ne yapılır?
Bugünlerde bu konuyu araştırıyorum. Çünkü karar verdim, İngiltere'de yüksek lisans yapacağım. İşin kötüsü, ben bir şeye kafayı taktıysam onu yaparım. Bir yıl önce veya sonra...

Bunu bildiğimden, şimdiden araştırayım, dedim. Okumak için bu ülkeye giden arkadaşlarıma sordum. Hepsi çok memnun olduğunu söyledi. Hatta biri, bu konuda (İngiltere'de eğitim) ücretsiz danışmanlık veren bir şirkete gitmemi önerdi. Bugün oradaydım. Yani British Education Bureau'da (İngiliz Eğitim Bürosu). İngiltere'de lise, üniversite, yüksek lisans veya doktora eğitimi almak isteyenlere yol gösteriyorlar.
Taksim Gümüşsuyu'daki tarihi apartımanlardan (Tarihi yapıların adı İstiklal Apartımanı, Bosfor Apartımanı diye geçiyor. Yalnız yeni yapılanlarda apartman yazıyor) birinde bulunan ofis, esasında randevu sistemi ile çalışıyormuş. Ancak beni geri çevirmediler.

İngiltere'de yüksek lisans eğitimi 1 yıl sürüyormuş. Bilindiği gibi, bu süre bizde iki yıl. Başvurmak içinse, 4 yıllık bir fakülteden mezun olmak yetiyor. Kısaca MBA olarak bilinen Master of Business Adminitration (İşletme Yönetimi Yüksek Lisansı) da bir seçenek. Nitekim benim de pazarlama iletişimiyle beraber üzerinde durduğum bir alan. Nitekim bilindiği gibi, işletme eğitimi alanlar iş hayatında daha hızlı yükselip, yönetici olma fırsatı yakalıyor. Ancak bu programların çoğu işletme altyapısı arıyormuş. Yani lisansta da işletme eğitimi istiyor. Bu koşulu koymayanlar da var ama onların eğitim kalitesi öbürleri gibi değil.

4 yıllık fakülte mezunu herkes gidebilir, dedik. O zaman niye herkes gitmiyor? Sebebi ekonomik yükümlülükler. İngiltere'de bir yıllık master ücreti ortalama 13.000 Pound (İngiliz Sterlini). Yaşam giderleri de bir o kadar olunca, ortaya 46.000 Lira'dan fazla bir tutar çıkıyor. Türkiye'de de master ücretleri pek ucuz değil ama İngiltere'ye göre daha düşük. En azından TL olduğundan, kur farkı diye bir şey yok. Örneğin Bilgi Üniversitesi Pazarlama İletişimi Yüksek Lisans Programı'nın ücreti 13.000 TL (2010 yılı).

Ancak Amerika'dayken de gördüm ki, yurtdışı deneyimi başka bir şey. Burada öğrendiklerinizin kat kat fazlasını çok kısa sürede öğreniyorsunuz. Yani bu parayı Türkiye'de kime öderseniz ödeyin yurtdışında kazandıklarınızı veremez. Bunu bildiğimden, en azından üniversiteden sonra bir süre çalışıp para biriktirerek, İngiltere'de yüksek lisans yapabilir, diyorum. Ha Amerika'ya gittin de ne oldu, çok mu rahat ettin derseniz, hayır.

Ama insanın kendini değiştirmesi ve ileri taşıması için biraz da rahatsız olması gerekiyor.

26 Aralık 2010 Pazar

Amerika


Sonunda Amerika yazımı bitirdim. En azından şimdilik. Nitekim esasında bir yazı hiçbir zaman bitmez. İnsan hergün değişen bir varlık olduğundan hergün okusa yine bir eksik, yanlış bulur ve değiştirme ihtiyacı hisseder. Ama en azından bir taslak oluştu diyebilirim.

Amarika'ya gitmek.. İyi de nasıl?

Amerika bize hem uzak hem çok yakın bir dünya. Hemen hergün Hollywood filmleri izliyor, McDonalds'da yemek yiyip, Starbucks'ta kahve içiyoruz. Peki neden Amerika'ya, bu okyanus ötesindeki ülkeye gitmek istemiştim. En başta, her sene birbirinin aynı olan ve dinlenip, gezmekten başka pek bir getirisi olmayan tatillerden bunalmıştım. 2010 yazı farklı olmalıydı.

Önce, Avrupa'ya gidip, sivil toplum projelerinde gönüllü çalışmayı düşündüm. Türkiye'de Gençtur'un organize ettiği bu çalışmalara hiçbir ücret ödemeden katılıp, Fransa, Almanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerinde çalışma ve gezme olanağı buluyorsunuz. Tam adı da 'Avrupa Gönüllülük Hizmeti'. Ama daha önce iki haftalık bir turla da olsa Avrupa'yı görmüştüm. Ben Amarika'ya gitmeliydim. İşte tam da bugünlerde bir fırsat çıktı karşıma: Work and Taravel. Çevirisi çalış ve gez olan bu programla üniversite öğrencileri yaz aylarında Amerika'da çalışıp, daha sonra gezme olanağı buluyorlar. Hemen başvurdum.  Misouri'nin küçük tatil şehri Branson'da, bir fast food restoranında çalışacaktım. Pasaportuydu, çalışma izniydi, vizesiydi derken hepsi ayrı bir maceraya dönüşen işlemlerden sonra bir baktım ki Amerika'dayım.

''Beklentini düşük tutarsan, mutlu olma olasılığın artar.''

Şirketin bulduğu yer kapalı olduğundan, kendi bulduğumuz yere yerleştik. Eğer bu programa katılacaksanız, her şeyi göze alın ve özgüveninizi yüksek tutun, derim. Nitekim, peki şimdi ne yapacağız, diyenlere değil, bir çaresine bakalım diyenlere uygun Wat. Üstelik korkacak bir şey yok. Amerikalılar genelde yardımsever ve çözüm odaklı insanlar. Bob da öyleydi. Yani çalıştığım fast food restoranı Wendy's'in müdürü. Sorunsuzca işe başladık ve bir süre öyle gitti. Ama sonradan çok zorlandım. Bir kere çok yorucu ve stresli bir işti. Gecenin bir vakti işten çıktığımda, tek istediğim şey, bir an evvel uyumak oluyordu. Sonradan bu stresli iş ortamında müdürle anlaşmazlığa düştüm ve işten çıkarıldım. Üstelik başka iş bulmak için gereken sosyal güvenlik kartım da henüz gelmemişti. Bizim hakkımızı savunduğunu sandığım sponsor şirket de bu konuda hiçbir şey yapmadı.

Üstüne bir de yeni iş bulamayınca bana yeniden Wendy's yolu göründü. Ama artık kendim bile fark ediyordum ki, değişmiştim. Eskiden burun kıvırdığım işleri daha müdür söylemeden yapar hale gelmiştim. Yabancı bir ülkede işsiz, güvencesiz geçirilen hergün ayrı bir ders gibi oluyor. Çok şey öğreniyor, babamın deyişiyle, hayatın gerçeklerinin farkına varıyorsunuz.

Bir süre Amerika'da yaşayan insanlarda gözle görülür bir değişiklik, bir olgunluk gözlersiniz. Türkiye'ye döndüğümde pekçok kişi şunu soruyordu: ''Ne var abi bu Amerika'da? Giden herkes çok farklıydı, çok şey öğrendim, çok değiştim deyip duruyor, nedir farkı?''

Bana göre bu değişim, ister çalışmak için, ister okumak için veya başka bir sebeple ülkenden çok uzakta olmaktan kaynaklanıyor. Her an destek aldığın aile ve yakın arkadaş çevren yok. Sadece sen varsın. Belki yurtdışı şart değil, ailesinden ayrı, şehirdışında okuyan öğrenciler de buna benzer deneyimler yaşıyorlar. Ama ikisi bir değil. Çünkü başka bir şehirdeyken istediğiniz an bir otobüse, uçağa atlayıp ailenizin yanına gidebilirsiniz. Yurtdışındayken ise bu kolay değil. Aileniz oraya göndermek için pekçok fedakarlık yapmış, emek harcamıştır. Başarılı olmak zorundasınız. Ben evimi özledim, hani annemin yemekleri deme lüksünüz yok. Hatta istediğiniz an telefon açıp konuşmak da yok: Örneğin Amerika ile Türkiye'nin 8 saat zaman farkı var ki bu, batıya gittikçe artıyor. Aradığınız zaman Türkiye'de gecenin bir yarısı olabilir. Her an bunları düşünmek, insanın sorumluluk bilincini de geliştiriyor.
Peki Wat'ı tavsiye ediyor musun diyenlere, eğer bunları göze alırsanız gidin, diyorum. Mezun olmadan önce üç aylık bir 'yaşam simülatörü' gibi görülebilir. Basit bir örnek verecek olursak, eskiden hamburgerler sanki bir makineden bize ulaştığı şekilde çıkıyor gibi düşünürdüm. Hatta düşünmezdim. Sadece hamburgerdi işte. Oysa ekmekleri, köfteleri... Hepsi ayrı bir emek ve çaba gerektiriyor. Bunu da ancak yaşayarak öğreniyorsunuz. Yani en uzun ve zor ama en etkili öğrenme biçimiyle.

En büyük katkısı ise özgüven diyebilirim. Yine eskiden, iyi de yapabilir miyiz dediğim pekçok şey artık çok kolay görünüyor. Kendini tanıyor ve çok daha sağlıklı düşünmeye, karar almaya başlıyorsun. Bir de biz Türkler tek başımıza bir şey yapmak istemeyiz. Oysa şimdi gerekirse, tek başıma Amerika'ya giderim. Hem de bir an tereddüt etmeden.

Hep duyarsınız, Amerika dünyayı kandırıyor, sömürgeleştirip, kendine mecbur bırakıyor gibi Amerikan karşıtı görüşler siyasi sohbetlerin vazgeçilmez konusudur. Peki bu kadar basit mi? Hayır. O günlerde beni en çok şaşırtan şeylerden biri Walmart gibi marketlerde veya McDonald's'larda çalışanların çoğunun çok yaşlı olmalarıydı. Düşünsenize 70 yaşını aştığı belli biri geliyor ve masanızı siliyor. İlk zamanlar buna alışamadım, rahatsız oldum. Üstelik alt sınır da pek yüksek değil. Wendy's'deki çalışanların bir kısmı 18'inden küçüktü. Bana göre Amerika'nın süper güç olmasının bir nedeni varsa o da çalışmaktır. Harvard dahil üniversitede okuyan öğrencilerin pek çoğunun çalışarak okul harcını kendi karşıladığını bilmeyen yoktur. Üstelik işlerine çok bağlılar. Bizdeki gibi bir çay arası versek, çalış çalış nereye kadar mantığı pek yok. İş, her şeyin önünde geliyor. Bu da tabii başarıyı getiriyor.


Amerikalılar neden obez?

Tabii ki fast food yemekten diyorsunuz, değil mi? İşte, insanın gerçeği öğrenmesinin önündeki en büyük engel de bu önyargılar. Hepimizin kafamızda kurduğumuz bir dünya var. Bir konuda duyduğumuz ilk şeye inanıyor, kendi gerçeğimiz haline getiriyoruz. Esas gerçekse çoğu zaman çok farklı oluyor. Bana göre Amerikan obezliği konusu da böyle. Herkes fast food diyor. Oysa bir düşünün, biz fast food yemiyor muyuz? Özellikle Taksim'deki Burger King'e veya Mc Donald's'a bir bakın. Daima tıklım tıklım doludur. Ne yana baksanız bir KFC veya Pizza Hut görürsünüz. Buna karşın neden bizde herkes obez değil? Bana göre fark yaşam alışkanlıklarında yatıyor. Biz yakın mesafeleri yürür,  otobüslerde saatlerce ayakta yolculuk ederiz. Amerika'da ise market bile çoğu zaman evlerden uzakta, büyük bir mall yani alışveriş merkezi şeklinde. Bizdeki gibi adım başı market veya küçük bakkallar yok. Bir de buna yazın kavurucu sıcak, kışın soğuk eklenince her yere arabayla gidip geliyorlar. New York gibi büyük şehirlerin dışında, küçük yerlerde yolda yürüyen kimseyi göremezsiniz. Hatta bir kısmı market içinde dahi yürümüyor, akülü araba gibi sepetlerle geziyorlar.


 
Son olarak efsanevi Amerikan ucuzluğu konusuna değinip, yazıyı noktalayacağım. Evet, bu efsane doğru. Özellikle küçük şehirlerde bulunan outlet'lerde. Türkiye'de pahalıya patlayan ürünler, Amerika'da tahmin edilenden de ucuz. Banana Republic, Tommy Hilfiger veya Gap gibi markalar yüklü bir maaş gerektirmiyor. Elektronik de daha ucuz. Bilgisayarlar, fotoğraf makineleri, cep telefonları neredeyse yarı fiyatına satılıyor. Sebebi de verginin düşük olması.

Esasında bu yazı çok daha uzun ve ayrıntılı. Hatta sonunda, Travel aşamasında gezdiğimiz New York'dan izlenimlerim de var. Ancak o benim de muhabiri olduğum Marmara İletişim Haber Ajansı'nın çıkaracağı röportajlar kitabında yayımlanacak. (Röportaj soru-cevap değil, betimlemeye dayanan, okuması çok zevkli bir yazı türü. Araştırıp, özellikle Yaşar Kemal'in röportajlarını okuyun, derim). Eğer kendimde o azmi ve çalışkanlığı görürsem, daha da geliştirip küçük bir Work and Travel rehberi hazırlamayı düşünüyorum. Şirketlerin verdiği küçük rehberler var ve buralarda prosedüre ilişkin bilgiler yazıyor. Ama birebir deneyimlere dayanan bir kaynak eksikliği var. Bakalım, belki bu eksikliği doldururuz.

Hakkımda

istanbul, Türkiye
İnsan fırsatların gelmesini bekler, fırsatlar da insanın gelmesini; İnsanlar bekler, fırsatlar bekler; kazanan hep mazeret olur

İzleyiciler

Blog Arşivi