Öğleden sonra sertleşen rüzgar, iyice kararmış bulutluları oradan oraya sürüklüyordu. Hep kalabalık, keşmekeş hatırladığım Eminönü sokakları, Cumhuriyet Bayramı olmasının da etkisiyle, neredeyse ıssızdı. Yağmur başlamadan gelse diye bekledğim otobüs, sonunda ufukta göründü. Hiç boş yer yok gibiydi. Şoförün uyarısını beklemeden, otobüsün arkasına yürüdüm. Pekçok anda yaptığımız gibi, kimseyle göz göze gelmemek için, camdan dışarıyı izlemeye başladım. Galata Köprüsü'nün altından akıp giden su, kış soğunun rengini almış, açık gri gökyüzüyle bütünleşmiş gibiydi. Tarihi Yarımada, gümüş rengi gökkubenin altında sanki daha da bir eskimiş, köhneleşmişti.
İki tek bir ayakkabı
Otobüs ilerleyip sonraki durağa yanaşınca bu manzaradan eser kalmadı. O anda, yine aynı içgüdüyle, bu sefer gözümü yere diktim. Ama o da ne. İki tane küçük, çıplak ayak. 5 yaşında var ya da yok. Bir kız çocuğu. Annesinin kucağına oturmuş, uyukluyor. Yanında ise bir tane daha. Ama o biraz daha büyük, belli. Elinde de kardeşinin ayakkabıları. Bir teki siyah kundura, öbür teki ise pembeye çalan bir spor ayakkabısı. Kendi durumu da çok farklı değil.. Yırtık pırtık çorabının üzerine yazlık bir terlik giymiş. Otobüsteki diğer herkesin aksine.
Anneleri ise bir yandan kucağındaki çocuğunun başını okşuyor, bir yandan da gözünü yere dikmiş, düşünüyor. Onun da durumu aynı. Üzerinde yazlık kıyafetler, ayaklarında yazdan kalma terlikler. O anda insanın aklında bir sürü soru beliriyor? Acaba bu soğukta nereye gidiyorlar? Başlarını sokacak bir evleri var
mı? Çocuklar okula gidebiliyor mu?..
Bugüne kadar
Otobüsteki diğer herkesin (en başta ben) dikkatini çekiyordu aslında bu manzara. Ama sadece bir an için. Daha sonra kalın ceketlerimizin düğmesini ilikleyip, markalı ayakkabılarımızın bağcıklarını bağlıyorduk. Tabii kimse suçlu değil. Sonuç olarak hepimizin bir sosyo-kültürel düzeyimiz, toplumda oynadığımız roller var. Herkes buna uygun davranıyor.
Ama galiba bazılarına verilen roller çok daha zor. Özellikle çocuk yaşta olanlara. Bense çok farklı düşünüyordum. Kapitalizm'in kurucularından kabul edilen Adam Smith'in ''Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler'' sözünü destekiyordum. Herkes kendi yaşamını kendisi inşa ediyor, iyi ya da kötü, başımıza gelen her şeyden biz sorumluyuz, diyordum. Ta ki, bugüne dek...
Daha okul çağında bile olmayan bir çocuk neden sorumlu tutulabilirdi ki?
Halkla ilişkiler dersinde sosyal sorumluluk, ekonomi dersinde gelir eşitsizliğini görmüş, adaletli dağılmadığı için bir şehre yetecek parayı tek kişinin aldığına tanık olmuştum. Ama hepsi kağıt üzerinde, duygusuz, ezberlenip dersten geçilecek bilgiler olarak kalmıştı. Bugünkü ise ömrüm boyunca unutamayacağım bir ders oldu. Dünya üzerindeki en büyük sorun ne savaş, ne salgın hastalık, ne de başka birşey değil, yoksulluktu.
Kimin savunucusu?
Çünkü herkes ''gemisini kurtaran kaptan'' veya ''bana dokunmayan yılan bin yaşasın'' mantığıyla hareket ediyor. Siyasilerin geçmişine bir bakın. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın eski bir İETT çalışanı olduğunu bilmeyen yoktur. Bugün ise Üsküdar'da villa sahibi.
Bence sorunun kaynağı tam da burada yatıyor. Yani iktidara gelmesiyle servet sahibi olan insan, empati yeteneğini kaybediyor. Esasında belki de kaybetmiyor. Sadece, artık kendisi de o sınıfın bir üyesi olduğu için, işadamlarının, yatırımcıların çıkarlarını gözetiyor. Çünkü artık kendisi de bir işadamı gibi yaşıyor.
Çankaya resepsiyonu
Hepimiz duymuşuzdur. Osmanlı döneminde padişahlar zaman zaman kılık değiştirip, halkın arasında dolaşır, onlarla konuşup bir ders çıkarmaya çalışırmış. Şimdi ise kendilerini saray surlarının olmasa da meclis duvarlarının ardına kapatmış yaşıyorlar. Televizyonda cumhurbaşkanının Çankaya resepsiyonu canlı yayınlanıyor. Bana göre bu davetin, 100 yıl önce sarayda verilen davetlerden hiçbir farkı yok. O zaman padişah evsahibiymiş, şimdi cumhurbaşkanı. Oysa cumhur, halk demektir.
Otobüs Beşiktaş'a gelince, çocuk, annesinin kucağında uyuyan kardeşinin ayakkabılarını giydirdi. Önce siyah rugan olan tekini, sonra öbürünü. Aynı ayakkabı değildi ama ikisi de iyice aşınmış, eskimişti. Anneleri birinin elinden tuttu, öbürünü de sırtına yüklendi. Barbaros Bulvarı'ndan yukarı doğru yürüdüler.
Acaba çocuklar okuyabiliyor muydu? Acaba nereye gidiyorlardı? Bilmiyordum. Ama kesin olan bir şey vardı ki, Çankaya'daki resepsiyona gitmiyorlardı..
Not: Bugün aslında, binlerce lira kazandığı bir anda, kariyerinin zirvesindeyken işi bırakıp Young Guru Academy Derneği'ni kuran Sinan Yaman'dan söz etmek istiyordum Ama bu daha önemli bir konuydu. Siz yine de, YGA'nın sitesine bir göz atın, Liderlik Konferansı'na başvurun derim. Son başvuru tarihi 7 Kasım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder