24 Kasım 2010 Çarşamba

Büyüyünce Ne Olacaksın

Küçük bir çocukken en sık karşılaştığım ve zorlandığım soru buydu: Büyüyünce ne olacaksın?

Anımsadığım kadarıyla ilk zamanlar, 5-6 yaşlarındayken,  muhtemelen üst kattaki komşumuzun bu mesleği yapmasından, polis olacağım diye cevaplardım. Havalı üniforması, cebindeki silahı ve kelepçesiyle, gözümde büyük bir kahramandı o.

Birkaç yıl sonra pilotluğa merak sardım. Gökyüzündeki bu koca uçakları ben uçuracağım diyordum. Üstelik yaşadığım şehirde havaalanı dahi yoktu. Sonra da yaşlı babaannemin isteğiyle, doktorluğa el attım. Tabii daha bu mesleklerin tam olarak ne olduğunu bile bilmiyordum. Ama şüphem yoktu artık, doktor çıkacaktım.

Şimdi geriye dönüp baktığımda, bu konuda bırakın bir arpa boyu yol katetmeyi, gerilediğimi açıkça görebiliyorum. Nitekim bugün bir iletişim fakültesi son sınıf öğrencisi olarak, mezun olunca ne yapacağım hakkında en ufak fikrim yok. Meslekler rehberine göre, bir gazete muhabir, editör veya herhangi bir şirkette basın danışmanlığı yapabilir veya halkla ilişkiler uzmanı olabilirm. Pratikte ise sağlam bir torpil bulamazsam, yani önemli bir mevkide tanıdığım yoksa, buralara değil editör, çaycı dahi olamam gibi görünüyor.

İşsiz İşçiler

Esasında bu yazının teması sistemin yanlışlığı veya üniversite mezunlarının kendi alanlarında çalışamaması değil. 'Ne iş olsa yaparım'cılık hiç değil. Eğer öyle olsaydı, bu konuda da söylenecek şeyler vardı. Örneğin ülkemizde, özellikle İstanbul'da neredeyse hergün yeni bir alışveriş merkezi açılıyor. Tabii bunların çalışana ihtiyacı oluyor, istihdam yaratıyorlar. Kendi alanında iş bulamayan üniversite mezunları da mecburen gidip buralarda çalışıyor, tişört katlıyorlar.

Hatta bir önceki İstanbul Bienali'nde, bu konuya değinen ''İşsiz İşçiler'' adında bir çalışma vardı. (Sistemin yanlışlığı veya kendi beceriksizlikleri yüzünden, ayrı bir tartışma konusu) İş bulamayan birkaç üniversite mezunu genç, bir tezgahın üzerinde tişörtleri bozup bozup katlıyorlardı. Aralarından biri de ziyaretçilere parfüm sıkıp, denetiyordu. Kendilerinin bu işlere mecbur bırakıldıklarını anlatmaya çalışıyorlardı. Diğer eserlerin aksine, gidip onlarla konuşabiliyor, sorunlarını dinleyebiliyordunuz.

 Sendika Narar La Medyada..

Pekçok işletmede, özellikle benim de içinde bulunduğum medya sektöründe, sürekli bir emek sömürüsü yaşanıyor. İlk birkaç yıl çalışanlarına maaş ödemiyor, sigorta dahi yapmıyorlar. Yasal bir hak olduğu halde sendikalaşmaya, gazetecilerin haklarını korumasına izin vermiyorlar. Nitekim ülkemizde, çalışan bir sendikaya sahip tek medya kuruluşu Anadolu Ajansı. Onun dışında, hiçbir yerde çalışanların haklarını savunacak bir yapı yok. Çalışan olarak bile göstermedikleri için patron istediği anda işten atabiliyor. Hatta kıdem tazminatı ödememek için bellirli bir zaman dolmadan hemen önce bir bahaneyle işten çıkarılıyorlar. Günlerce üzerinde çalışılıp yapılan haberler karşılığında ödenen paralarsa çok komik rakamlar. Örneğin Türkiye'nin en çok satan! gazetelerinden birinin ekinde çalışan, haberleri manşette çıkan bir medya çalışanına 500 lira civarında ücret ödeniyor. Evet komik ama ne yazık ki gerçek.

Nitekim kendi çalıştığım yerlerde de bunu yaşadım. Bugüne dek daima hakkım olanın çok küçük bir bölümü ödendi ve ancak 'deneyim oldu' diye kendimi avuttum. Ama nereye kadar? 

Deneyim Olsun..

Bugünlerde hemen herkesin aklını kurcalayan soru: ''Bir gazetede veya televizyonda çalışabilirim ama para ödemeyecekler, acaba gitsem mi?''

Aile ve yakın çevrenin tepkisi belli: ''Git tabii, deneyim olsun. Hem bir şeyler öğrenirsin''

Zaten işletmelerin elindeki en büyük koz da bu: 'Tecrübesizsin sen, öğreniyorsun' silahını kullanıyorlar. Bazen aylarca, bazense yıllarca 'öğreniyorsunuz'.

Bana göre bu konuda suç medya işletmelerinin veya sistemin değil, bizim. Yahu ben bu eğitim düzeyine gelebilmek için nelere katlandım. Yıllarca ilkokul, lise sonra ailmin onca para döküp gönderdiği dershane, daha fazlasını verip okuttuğu üniversite hatta belki yabancı dil kursları var, demiyoruz. Bütün bu altyapıyı hiçe sayıp, gidip bir yerde bedavaya çalışıyoruz. Sanki bize herkes bedava hizmet veriyor da herşeyi kolayca elde edip, suya dahi para ödemiyormuşuz gibi.

İt Ürür Kervan Yürür

Tabii bir şeyi demesi kolay, yapması zordur. Nitekim iletişim fakültelerinin sayısı 50'yi aşmışken ve bunlar her yıl binlerce mezun veriyorken, insanların bulduğu her dala sarılması normal gibi görünüyor.

Ancak bu kısırdöngü devam ettikçe giderek bizlerin aleyhine bir durum ortaya çıkıyor. Kısa süreli ve yine bedavaya yapılan stajlar veya işlerle kurtulduğumuzu sanıyoruz. Ama sadece kendimizi kandırıp, avutuyoruz.

Sorunun bir sebebi de medya patronlarının, sermaye sahiplerinin işe klasik esnaf mantığıyla bakmaları. En başta, bunler birer iş adamı. En büyük gelir kaynaklarıysa medya işletmesi değil, diğer alanlardaki yatırımları aslında. Üstelik, adam yıllarca elle tutulur bir mal alıp, karşılığında para ödemeye alışmış. Bilginin meta olabileceğine yani alınıp satılan bir ürün olabileceğine inanmak istemiyor, işine gelmiyor.

Siz yıllar boyu edindiğiniz birikiminizi kullanıp bir yazı yazmış veya bir şey tasarlamış olabilirsiniz. Patronun gözünde bunların hiçbir değeri yoktur. Birkaç saat içinde yazıvermişsinizdir işte. Taş atıp da kolunuz mu yorulmuştur?

Patron ve biz çalışanların işbirliği ile bu kısırdöngü giderek güçleniyor. Peki buna nasıl dur denebilir?

'Benzemez Kimse Sana' Dedirtmek

Kişisel marka uzmanı Yasemin Sungur'a göre başarının yolu kendini tanımaktan geçiyor. Hepimizin benzersiz yetenekleri var ve bunları açığa çıkarmamız gerekiyor. Bu benzersiz yanlarımız da bizim kişisel markamızı oluşturuyor. Bilindiği gibi marka, ürünlere değer katıp, fiyatını yükseltir. Benzersiz özelliklerimizi keşfedebilirsek, diğer herkesten sıyrılıp, fark yaratıyoruz.

Girişimci Can Kakmacı ise: ''Her insanın bir değeri vardır. Aldığınız maaş sizin değerinizdir'' diyordu. Böyle bir bakış açısı ilk anda kulağa çok uçuk geliyor ama bana göre doğru: Hepimizin bir değeri var ve bu değeri biz kendimiz belirliyoruz: ''Başarı hiçbir zaman bir gecede gelmez. Bir hedef belirlemeli ve bunun için çalışmalısınız''

The Secret (Sır) da bu konuyu işliyordu. Spesifik bir hedef belirlemek ve bunu tüm benliğinle istemek. O zaman doğadaki her şey bu isteğin gerçekleşmesi için çalışırdı.

Bana göre ise işin sırrı bu düşünceleri birleştimekte yatıyor. Yani herkesten farklı yanımızı açığa çıkarıp o konuda başarıya ulaşmak. Başarılı olduğumuzu hayal etmek ve bu hayali gerçeğe taşımak. Sonra da hak ettiğimiz değeri yani parayı istemek ve elde etmek gerekiyor.

Tutkuyla istemek, çok çalışmak, fark yaratmak...

Ama hangi işte?

Dönüp dolaşıp, yine en baştaki soru kafama takılıyor:  Büyüyünce ne olacaksın?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hakkımda

istanbul, Türkiye
İnsan fırsatların gelmesini bekler, fırsatlar da insanın gelmesini; İnsanlar bekler, fırsatlar bekler; kazanan hep mazeret olur

İzleyiciler

Blog Arşivi