''Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir''
''Aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız. Çünkü artık ne nehir aynı nehirdir ne de siz aynı sizsinizdir''
Yunan düşünür Herakleitos böyle diyordu. O'na göre hayatta her şey, her an değişirdi.
Yerini Tutar Mı
Bundan daha bir iki sene önce sınıfta tartışırdık. Online gazeteler basılı gazetenin yerini alır mı, almaz mı diye. Bazı arkadaşlar artık daha çok internet gazetesi okuduğunu ve bunların giderek yayılacağını savunuyordu. Kimileri ise internet gazetelerine şiddetle karşı çıkıyorlardı.Onlara göre bu bir nevi şeytan icadıydı. Anında yazılıp yayınlanıyor, haber yanlış mı, doğru mu pek önemsenmiyordu bile. Ne de olsa her an güncellenebiliyordu. Araştırılmadan yapılan, özensiz bir gazetecilik türüydü.
Hem gazeteyi eline almak, kokusunu duymak başka bir şeydi. Vapur yolculuğunda, içilen çay eşliğinde okunan bir gazetenin yerini ne tutabilirdi ki?
Kazanan Belli
Bense her iki gruba da hak veriyor ama internet gazetelerinin yorum yapabilme, her an, her yerden ulaşabilme olanaklarıyla öne geçeceğini tahmin ediyordum. Nitekim nüfus sürekli arttığı halde gazete satışlarının yerinde sayması da açıkça belli ediyordu bunu.
Günümüzde tartışma basılı gazete-online gazeteden çoktan çıktı. Dizüstü bilgisayar, cep telefonu, iPad gibi cihazların hangisiyle daha rahat okunduğu üzerine yapılıyor. Dünyanın önde gelen gazetelerinden New York Times (NYT) basılı yayınları bırakıp, yalnız online çıkıyor. Baştaki tartışmayı kimin kazandığını söylemeye gerek var mı?
İnternet gazeteleri laptop, cep bilgisayarı gibi taşınabilir cihazların yaygınlaşmasıyla da gelişti elbette. Ama bana göre bunların bu denli ivme kazanmasının esas sebebi facebook, twitter gibi sosyal ağlar. Beğendiğiniz veya eleştirdiğiniz bir şeyi buralarda anında paylaşıp, yorumlar üzerinden arkadaşlarınızla tartışabiliyorsunuz. Bu, zamandan tararruf edip, mekan engelini ortadan kaldırıyor.
Zaten internetin ucuz ve kolay erişilebilir bir mecra olması, sadece medyayı değil, her alanı dönüştürdü. Ticaret engellerini azaltıp, yeni iş kolları yarattı. Örneğin sadece belli başlı alan adlarını (domain) alıp, bunları şirketlere pazarlayarak geçinen insanlar var. Mesela siz uyanıklık edip, keyanahtar.com'u aldıysanız, bu isimle kurulan bir şirket sizinle temsa geçip, satın almak durumunda kalacaktır. Bu yolla 15 dolara aldığı siteyi binlerce dolara satanlar var. Yapılan hiçbir gider, 15 dolardan başka hiçbir sermaye yok.
İstesen De Yok Artık
Almayalı ne kadar oldu, anımsamıyorum bile ama uzun bir süreden sonra ilk defa, bugün gazete almak istedim. Evden çıkıp, köşedeki gazete bayiine yürüdüm ki, o artık orada değildi. Kapanmaktan öte, tümden ortadan kaldırılmıştı, yerinde yeller esiyordu.
Kim bilir ne zamandır orada değildi de ben fark etmemiştim. Daha birkaç ay öncesine dek, Dia, Şok gibi marketlerde de gazate satılırdı. Bayide bulmazsam, oralardan alırdım. Ama birkaç ay öncesine kadar. Neden artık satmıyorlar diye düşünürken, aklıma geldi. Akşam saatlerinde bile buralarda gazete bulunabiliyordu. Yani pek satılmıyordu gazeteler. Zaten kapitalist düzen içinde, çok para getiren bir işi kim bırakırdı ki? Demekki artık öyle değildi.
Bugünkü Habertürk'te bir haber vardı. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)'nin başkenti! Dubai ile ilgili. Yani haberde ülkenin başkenti Abu Dhabi yerine Dubai yazılmıştı. ABD'nin başkenti New York veya Türkiye'nin başkenti İstanbul demek gibi komik bir durum bu. Şüphesiz bu hatayla ilgili gazeteye pekçok eleştiri gelmiştir. Eğer internet baskısında olsaydı, bu hata hemen düzeltilebilirdi. Ama basılı gazetede o kadar kağıt, matba, dağıtım masrafı varken, toplatılamaz. Artık iş işten geçmiştir.
Gelecekte nasıl bir teknoloji kullanılacak, internet aboneliği gibi çözümler mi getirilecek, bilmiyorum. Ama bir şeyden eminim ki değişecek. Bunu öngörmek için fütürist olmaya gerek yok. Yüzyıllar öncesinden bir düşünürü Herakleitos'u dinlemek yeter:
''Her şey, her an değişir. Bunun için aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız''
30 Kasım 2010 Salı
24 Kasım 2010 Çarşamba
Büyüyünce Ne Olacaksın
Küçük bir çocukken en sık karşılaştığım ve zorlandığım soru buydu: Büyüyünce ne olacaksın?
Anımsadığım kadarıyla ilk zamanlar, 5-6 yaşlarındayken, muhtemelen üst kattaki komşumuzun bu mesleği yapmasından, polis olacağım diye cevaplardım. Havalı üniforması, cebindeki silahı ve kelepçesiyle, gözümde büyük bir kahramandı o.
Birkaç yıl sonra pilotluğa merak sardım. Gökyüzündeki bu koca uçakları ben uçuracağım diyordum. Üstelik yaşadığım şehirde havaalanı dahi yoktu. Sonra da yaşlı babaannemin isteğiyle, doktorluğa el attım. Tabii daha bu mesleklerin tam olarak ne olduğunu bile bilmiyordum. Ama şüphem yoktu artık, doktor çıkacaktım.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, bu konuda bırakın bir arpa boyu yol katetmeyi, gerilediğimi açıkça görebiliyorum. Nitekim bugün bir iletişim fakültesi son sınıf öğrencisi olarak, mezun olunca ne yapacağım hakkında en ufak fikrim yok. Meslekler rehberine göre, bir gazete muhabir, editör veya herhangi bir şirkette basın danışmanlığı yapabilir veya halkla ilişkiler uzmanı olabilirm. Pratikte ise sağlam bir torpil bulamazsam, yani önemli bir mevkide tanıdığım yoksa, buralara değil editör, çaycı dahi olamam gibi görünüyor.
İşsiz İşçiler
Esasında bu yazının teması sistemin yanlışlığı veya üniversite mezunlarının kendi alanlarında çalışamaması değil. 'Ne iş olsa yaparım'cılık hiç değil. Eğer öyle olsaydı, bu konuda da söylenecek şeyler vardı. Örneğin ülkemizde, özellikle İstanbul'da neredeyse hergün yeni bir alışveriş merkezi açılıyor. Tabii bunların çalışana ihtiyacı oluyor, istihdam yaratıyorlar. Kendi alanında iş bulamayan üniversite mezunları da mecburen gidip buralarda çalışıyor, tişört katlıyorlar.
Hatta bir önceki İstanbul Bienali'nde, bu konuya değinen ''İşsiz İşçiler'' adında bir çalışma vardı. (Sistemin yanlışlığı veya kendi beceriksizlikleri yüzünden, ayrı bir tartışma konusu) İş bulamayan birkaç üniversite mezunu genç, bir tezgahın üzerinde tişörtleri bozup bozup katlıyorlardı. Aralarından biri de ziyaretçilere parfüm sıkıp, denetiyordu. Kendilerinin bu işlere mecbur bırakıldıklarını anlatmaya çalışıyorlardı. Diğer eserlerin aksine, gidip onlarla konuşabiliyor, sorunlarını dinleyebiliyordunuz.
Sendika Narar La Medyada..
Pekçok işletmede, özellikle benim de içinde bulunduğum medya sektöründe, sürekli bir emek sömürüsü yaşanıyor. İlk birkaç yıl çalışanlarına maaş ödemiyor, sigorta dahi yapmıyorlar. Yasal bir hak olduğu halde sendikalaşmaya, gazetecilerin haklarını korumasına izin vermiyorlar. Nitekim ülkemizde, çalışan bir sendikaya sahip tek medya kuruluşu Anadolu Ajansı. Onun dışında, hiçbir yerde çalışanların haklarını savunacak bir yapı yok. Çalışan olarak bile göstermedikleri için patron istediği anda işten atabiliyor. Hatta kıdem tazminatı ödememek için bellirli bir zaman dolmadan hemen önce bir bahaneyle işten çıkarılıyorlar. Günlerce üzerinde çalışılıp yapılan haberler karşılığında ödenen paralarsa çok komik rakamlar. Örneğin Türkiye'nin en çok satan! gazetelerinden birinin ekinde çalışan, haberleri manşette çıkan bir medya çalışanına 500 lira civarında ücret ödeniyor. Evet komik ama ne yazık ki gerçek.
Nitekim kendi çalıştığım yerlerde de bunu yaşadım. Bugüne dek daima hakkım olanın çok küçük bir bölümü ödendi ve ancak 'deneyim oldu' diye kendimi avuttum. Ama nereye kadar?
Deneyim Olsun..
Bugünlerde hemen herkesin aklını kurcalayan soru: ''Bir gazetede veya televizyonda çalışabilirim ama para ödemeyecekler, acaba gitsem mi?''
Aile ve yakın çevrenin tepkisi belli: ''Git tabii, deneyim olsun. Hem bir şeyler öğrenirsin''
Zaten işletmelerin elindeki en büyük koz da bu: 'Tecrübesizsin sen, öğreniyorsun' silahını kullanıyorlar. Bazen aylarca, bazense yıllarca 'öğreniyorsunuz'.
Bana göre bu konuda suç medya işletmelerinin veya sistemin değil, bizim. Yahu ben bu eğitim düzeyine gelebilmek için nelere katlandım. Yıllarca ilkokul, lise sonra ailmin onca para döküp gönderdiği dershane, daha fazlasını verip okuttuğu üniversite hatta belki yabancı dil kursları var, demiyoruz. Bütün bu altyapıyı hiçe sayıp, gidip bir yerde bedavaya çalışıyoruz. Sanki bize herkes bedava hizmet veriyor da herşeyi kolayca elde edip, suya dahi para ödemiyormuşuz gibi.
İt Ürür Kervan Yürür
Tabii bir şeyi demesi kolay, yapması zordur. Nitekim iletişim fakültelerinin sayısı 50'yi aşmışken ve bunlar her yıl binlerce mezun veriyorken, insanların bulduğu her dala sarılması normal gibi görünüyor.
Ancak bu kısırdöngü devam ettikçe giderek bizlerin aleyhine bir durum ortaya çıkıyor. Kısa süreli ve yine bedavaya yapılan stajlar veya işlerle kurtulduğumuzu sanıyoruz. Ama sadece kendimizi kandırıp, avutuyoruz.
Sorunun bir sebebi de medya patronlarının, sermaye sahiplerinin işe klasik esnaf mantığıyla bakmaları. En başta, bunler birer iş adamı. En büyük gelir kaynaklarıysa medya işletmesi değil, diğer alanlardaki yatırımları aslında. Üstelik, adam yıllarca elle tutulur bir mal alıp, karşılığında para ödemeye alışmış. Bilginin meta olabileceğine yani alınıp satılan bir ürün olabileceğine inanmak istemiyor, işine gelmiyor.
Siz yıllar boyu edindiğiniz birikiminizi kullanıp bir yazı yazmış veya bir şey tasarlamış olabilirsiniz. Patronun gözünde bunların hiçbir değeri yoktur. Birkaç saat içinde yazıvermişsinizdir işte. Taş atıp da kolunuz mu yorulmuştur?
Patron ve biz çalışanların işbirliği ile bu kısırdöngü giderek güçleniyor. Peki buna nasıl dur denebilir?
'Benzemez Kimse Sana' Dedirtmek
Kişisel marka uzmanı Yasemin Sungur'a göre başarının yolu kendini tanımaktan geçiyor. Hepimizin benzersiz yetenekleri var ve bunları açığa çıkarmamız gerekiyor. Bu benzersiz yanlarımız da bizim kişisel markamızı oluşturuyor. Bilindiği gibi marka, ürünlere değer katıp, fiyatını yükseltir. Benzersiz özelliklerimizi keşfedebilirsek, diğer herkesten sıyrılıp, fark yaratıyoruz.
Girişimci Can Kakmacı ise: ''Her insanın bir değeri vardır. Aldığınız maaş sizin değerinizdir'' diyordu. Böyle bir bakış açısı ilk anda kulağa çok uçuk geliyor ama bana göre doğru: Hepimizin bir değeri var ve bu değeri biz kendimiz belirliyoruz: ''Başarı hiçbir zaman bir gecede gelmez. Bir hedef belirlemeli ve bunun için çalışmalısınız''
The Secret (Sır) da bu konuyu işliyordu. Spesifik bir hedef belirlemek ve bunu tüm benliğinle istemek. O zaman doğadaki her şey bu isteğin gerçekleşmesi için çalışırdı.
Bana göre ise işin sırrı bu düşünceleri birleştimekte yatıyor. Yani herkesten farklı yanımızı açığa çıkarıp o konuda başarıya ulaşmak. Başarılı olduğumuzu hayal etmek ve bu hayali gerçeğe taşımak. Sonra da hak ettiğimiz değeri yani parayı istemek ve elde etmek gerekiyor.
Tutkuyla istemek, çok çalışmak, fark yaratmak...
Ama hangi işte?
Dönüp dolaşıp, yine en baştaki soru kafama takılıyor: Büyüyünce ne olacaksın?
Anımsadığım kadarıyla ilk zamanlar, 5-6 yaşlarındayken, muhtemelen üst kattaki komşumuzun bu mesleği yapmasından, polis olacağım diye cevaplardım. Havalı üniforması, cebindeki silahı ve kelepçesiyle, gözümde büyük bir kahramandı o.
Birkaç yıl sonra pilotluğa merak sardım. Gökyüzündeki bu koca uçakları ben uçuracağım diyordum. Üstelik yaşadığım şehirde havaalanı dahi yoktu. Sonra da yaşlı babaannemin isteğiyle, doktorluğa el attım. Tabii daha bu mesleklerin tam olarak ne olduğunu bile bilmiyordum. Ama şüphem yoktu artık, doktor çıkacaktım.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, bu konuda bırakın bir arpa boyu yol katetmeyi, gerilediğimi açıkça görebiliyorum. Nitekim bugün bir iletişim fakültesi son sınıf öğrencisi olarak, mezun olunca ne yapacağım hakkında en ufak fikrim yok. Meslekler rehberine göre, bir gazete muhabir, editör veya herhangi bir şirkette basın danışmanlığı yapabilir veya halkla ilişkiler uzmanı olabilirm. Pratikte ise sağlam bir torpil bulamazsam, yani önemli bir mevkide tanıdığım yoksa, buralara değil editör, çaycı dahi olamam gibi görünüyor.
İşsiz İşçiler
Esasında bu yazının teması sistemin yanlışlığı veya üniversite mezunlarının kendi alanlarında çalışamaması değil. 'Ne iş olsa yaparım'cılık hiç değil. Eğer öyle olsaydı, bu konuda da söylenecek şeyler vardı. Örneğin ülkemizde, özellikle İstanbul'da neredeyse hergün yeni bir alışveriş merkezi açılıyor. Tabii bunların çalışana ihtiyacı oluyor, istihdam yaratıyorlar. Kendi alanında iş bulamayan üniversite mezunları da mecburen gidip buralarda çalışıyor, tişört katlıyorlar.
Hatta bir önceki İstanbul Bienali'nde, bu konuya değinen ''İşsiz İşçiler'' adında bir çalışma vardı. (Sistemin yanlışlığı veya kendi beceriksizlikleri yüzünden, ayrı bir tartışma konusu) İş bulamayan birkaç üniversite mezunu genç, bir tezgahın üzerinde tişörtleri bozup bozup katlıyorlardı. Aralarından biri de ziyaretçilere parfüm sıkıp, denetiyordu. Kendilerinin bu işlere mecbur bırakıldıklarını anlatmaya çalışıyorlardı. Diğer eserlerin aksine, gidip onlarla konuşabiliyor, sorunlarını dinleyebiliyordunuz.
Sendika Narar La Medyada..
Pekçok işletmede, özellikle benim de içinde bulunduğum medya sektöründe, sürekli bir emek sömürüsü yaşanıyor. İlk birkaç yıl çalışanlarına maaş ödemiyor, sigorta dahi yapmıyorlar. Yasal bir hak olduğu halde sendikalaşmaya, gazetecilerin haklarını korumasına izin vermiyorlar. Nitekim ülkemizde, çalışan bir sendikaya sahip tek medya kuruluşu Anadolu Ajansı. Onun dışında, hiçbir yerde çalışanların haklarını savunacak bir yapı yok. Çalışan olarak bile göstermedikleri için patron istediği anda işten atabiliyor. Hatta kıdem tazminatı ödememek için bellirli bir zaman dolmadan hemen önce bir bahaneyle işten çıkarılıyorlar. Günlerce üzerinde çalışılıp yapılan haberler karşılığında ödenen paralarsa çok komik rakamlar. Örneğin Türkiye'nin en çok satan! gazetelerinden birinin ekinde çalışan, haberleri manşette çıkan bir medya çalışanına 500 lira civarında ücret ödeniyor. Evet komik ama ne yazık ki gerçek.
Nitekim kendi çalıştığım yerlerde de bunu yaşadım. Bugüne dek daima hakkım olanın çok küçük bir bölümü ödendi ve ancak 'deneyim oldu' diye kendimi avuttum. Ama nereye kadar?
Deneyim Olsun..
Bugünlerde hemen herkesin aklını kurcalayan soru: ''Bir gazetede veya televizyonda çalışabilirim ama para ödemeyecekler, acaba gitsem mi?''
Aile ve yakın çevrenin tepkisi belli: ''Git tabii, deneyim olsun. Hem bir şeyler öğrenirsin''
Zaten işletmelerin elindeki en büyük koz da bu: 'Tecrübesizsin sen, öğreniyorsun' silahını kullanıyorlar. Bazen aylarca, bazense yıllarca 'öğreniyorsunuz'.
Bana göre bu konuda suç medya işletmelerinin veya sistemin değil, bizim. Yahu ben bu eğitim düzeyine gelebilmek için nelere katlandım. Yıllarca ilkokul, lise sonra ailmin onca para döküp gönderdiği dershane, daha fazlasını verip okuttuğu üniversite hatta belki yabancı dil kursları var, demiyoruz. Bütün bu altyapıyı hiçe sayıp, gidip bir yerde bedavaya çalışıyoruz. Sanki bize herkes bedava hizmet veriyor da herşeyi kolayca elde edip, suya dahi para ödemiyormuşuz gibi.
İt Ürür Kervan Yürür
Tabii bir şeyi demesi kolay, yapması zordur. Nitekim iletişim fakültelerinin sayısı 50'yi aşmışken ve bunlar her yıl binlerce mezun veriyorken, insanların bulduğu her dala sarılması normal gibi görünüyor.
Ancak bu kısırdöngü devam ettikçe giderek bizlerin aleyhine bir durum ortaya çıkıyor. Kısa süreli ve yine bedavaya yapılan stajlar veya işlerle kurtulduğumuzu sanıyoruz. Ama sadece kendimizi kandırıp, avutuyoruz.
Sorunun bir sebebi de medya patronlarının, sermaye sahiplerinin işe klasik esnaf mantığıyla bakmaları. En başta, bunler birer iş adamı. En büyük gelir kaynaklarıysa medya işletmesi değil, diğer alanlardaki yatırımları aslında. Üstelik, adam yıllarca elle tutulur bir mal alıp, karşılığında para ödemeye alışmış. Bilginin meta olabileceğine yani alınıp satılan bir ürün olabileceğine inanmak istemiyor, işine gelmiyor.
Siz yıllar boyu edindiğiniz birikiminizi kullanıp bir yazı yazmış veya bir şey tasarlamış olabilirsiniz. Patronun gözünde bunların hiçbir değeri yoktur. Birkaç saat içinde yazıvermişsinizdir işte. Taş atıp da kolunuz mu yorulmuştur?
Patron ve biz çalışanların işbirliği ile bu kısırdöngü giderek güçleniyor. Peki buna nasıl dur denebilir?
'Benzemez Kimse Sana' Dedirtmek
Kişisel marka uzmanı Yasemin Sungur'a göre başarının yolu kendini tanımaktan geçiyor. Hepimizin benzersiz yetenekleri var ve bunları açığa çıkarmamız gerekiyor. Bu benzersiz yanlarımız da bizim kişisel markamızı oluşturuyor. Bilindiği gibi marka, ürünlere değer katıp, fiyatını yükseltir. Benzersiz özelliklerimizi keşfedebilirsek, diğer herkesten sıyrılıp, fark yaratıyoruz.
Girişimci Can Kakmacı ise: ''Her insanın bir değeri vardır. Aldığınız maaş sizin değerinizdir'' diyordu. Böyle bir bakış açısı ilk anda kulağa çok uçuk geliyor ama bana göre doğru: Hepimizin bir değeri var ve bu değeri biz kendimiz belirliyoruz: ''Başarı hiçbir zaman bir gecede gelmez. Bir hedef belirlemeli ve bunun için çalışmalısınız''
The Secret (Sır) da bu konuyu işliyordu. Spesifik bir hedef belirlemek ve bunu tüm benliğinle istemek. O zaman doğadaki her şey bu isteğin gerçekleşmesi için çalışırdı.
Bana göre ise işin sırrı bu düşünceleri birleştimekte yatıyor. Yani herkesten farklı yanımızı açığa çıkarıp o konuda başarıya ulaşmak. Başarılı olduğumuzu hayal etmek ve bu hayali gerçeğe taşımak. Sonra da hak ettiğimiz değeri yani parayı istemek ve elde etmek gerekiyor.
Tutkuyla istemek, çok çalışmak, fark yaratmak...
Ama hangi işte?
Dönüp dolaşıp, yine en baştaki soru kafama takılıyor: Büyüyünce ne olacaksın?
14 Kasım 2010 Pazar
Türkiye'de Kişisel Markanın Adı: Yasemin Sungur
Bir yazının başlığı çok önemlidir: Çekici, vurucu, çarpıcı olmalı ki, kendini okutsun, denir. Bunun için de bir konuyu yazmak istedğimde, pekçok kişinin aksine, yazıdan önce başlığı düşünürüm. Başlık yazının sloganı gibidir: Onu satar ve bana göre bir şeyi 'iyi yapan' değil, 'iyi satan' kazanır.
Bu yazıya başlamadan önce de yine düşündüm ne başlık atsam daha etkili olur diye, bulamadım. Yasemin Sungur hakkında yazacaktım: 'Azmin Zaferi', 'Kişisel Gelişim Hikayesi' gibi seçenekler geçti aklımdan. Ama hayır. Hiçbiri tam olarak O'nu doğru ifade edemiyordu. Çünkü O, verdiği eğitimlerde, yaptığı konuşmalarda anlattığı gibi, kişisel bir marka: Yasemin Sungur'du.
Fikir Toplama Kampı'na başvurduğum zaman, diğer konuşmacıların da iyi olacağını tahmin ediyordum. Ama bunların arasında Yasemin Sungur'un olması bir başkaydı. Nitekim bundan iki yıl önce Thinker and Talker Kamp 08'in de son konuşmacısıydı Sungur. Anlattıklarının çoğunu unutmuştum esasında. Bir şeyi unutmak kolaydır ama o şeyin yaşattığı hisssi unutmak daha güçtür. Yine O'nu dinleyecek olmak çok heyecan vericiydi.
Ne Ekersen Onu Biçersin
Sunuma kendini tanıtmakla başladı: ''Üniversitede bankacılık okudum. Ama bir şey sürekli ''bu iş değil, doğru iş değil'' diye dürtüyordu. Daha sonra insan kaynaklarında çalıştım'' İşe alım için pekçok insanla konuşmanın kendine çok şey kattığını düşünüyor. 90'lı yıllarda 'koçluk' kavramıyla, daha sonra 'kişisel marka' kavramıyla tanışmış. Şimdi ise Kişisel Gelişim Enstitüsü'nde, 7'den 77'ye gelişim diye tanımladığı işler yapıyor. Turkcell, Vakıfbank ve Mercedes gibi şirketlerle de koçluk çalışmaları yürütüyor. Ayrıca FTK'da olduğu gibi, öğrenci çalışmalarına da katkı sağlıyor.
Ekrana yansıyan sunumda ''Ne ekersen onu biçersin'' yazıyordu. Bu soruyu sorun kendinize diyordu Yasemin Sungur: ''En son ne ektiniz ve ne biçmek istiyorsunuz?'' O'na göre kişisel marka olmak sürekli sonuç odaklı olmayı gerektiriyor: ''Ben bunu neden yapıyorum ve sonunda neyi amaçlıyorum?'' Üstelik çok fazla şeyi aynı anda istemek, sonunda hepsini yarım bırakmaya neden oluyor: ''Ne istediğimizi bildiğimizde ve onu analiz edebildiğimizde yol katederiz''
''Çiftçiler bazı tarlaları nadasa bırakır. Her şeyi aynı anda ekip biçemezsiniz''
İnsanın marka değerini oluşturanlarsa bilgi, güç, çaba, tutku, deneyim gibi özellikler: ''Deneyim elde etmek veya bizden önce o yollardan geçmiş insanların deneyimlerini okumak gerek'' Bunu duyduğum ilk kişi değildi Yasemin Sungur. Daha önce de biyografi okumanın gerekliliğine değinenlere rastlamıştım.
''En az 10 tane sizi siz yapan değeri ortaya çıkarın, özelliklerinizi sıralayın. Bunlar markanızı oluşturur''
''Çoğumuz 'ben kimim'e değil, 'kim olmak istiyorum'a odaklanıyoruz'' O'na göre bu durum, başarının önündeki büyük bir engel. Önce 'ben kimim'e odaklanmalıyız. Başkalarının hakkımızdaki düşüncelerine önem vermeliyiz.
Bizim düşüncelerimiz de önemli: ''Bir defteriniz olsun ve yazın. O sizin defteriniz, kitabınız olsun. Hayallerinizi yazın. Hatta bir fotoğraf karesi çekin ve o fotoğrafa ulaşmak için çalışın. Hayalinizin fotoğrafını çekin''
Ama bunun için önce o konuyla ilgili kitapları okumak, ne yapılması gerektiğini saptamak gerekiyor. Aşama aşama ilerlemek gerekiyor: Bu gerçekleştiğinde bu gerçekleşecek.
''Genel müdür olmak bir amaç olmamalı. Genel müdür olduğunda ne değişecek, neler yapacaksın? Bunları düşnmeli ve bir sonraki aşamayı hayal etmeliyiz''
''Hayal etmenin gücünü küçümsemeyin'' Bunu da duyduğum ilk insan Yasemin Sungur değildi. Sinan Yaman da işe hayal kurarak başlamayı öneriyordu.
'Benzemez kimse sana' dedirtmeniz gerekiyor, diyordu Sungur arka fonda çalan ''Benzemez Kimse Sana'' ve projektöre yansıyan, çiçek bahçesinde tüm çiçeklerden sıyrılmış, uzun bir lale eşliğinde.
''Seni benzersiz kılan yetenek, beceri, deneyimler neler?''
''Kişisel marka yaratmak için benzersiz yanım ne diye araştırıp, ortaya çıkarmak gerekiyor. Bunun yolu da toplumda herkesin yaptığı bir şeyi herkesin yaptığı gibi yapmamaktan geçiyor. Bunun için de bazen sevilmemeyi göze alarak düşüncenizi savunmanız gerekir''
Doğru bildiğiniz şeyleri savunmak için risk alın. Bu sizi benzersiz kılar, diye açıklıyor bu durumu.
Temeli Sağlam At
En hızlı yaratılan ama en hızlı yıkılan şey güvendir. Yorulun, tökezleyin ama kendinize güvenin.
''İnsanlar ne düşündüğünüzü bilmezlerse size güvenmezler'' Bunun için fikirlerini açıkça söyle.
Yasemin Sungur'a göre başarılı olmak için şunları eksiksiz yerine getirmek gerekiyor: Kendini tanı, konumlandır, özgün ol, farklı ol, yaratıcı, yenilikçi, tutkulu ol, uzmanlaş, iletişim ağını sabırla ör ve yönet, güven ver!
''Benim dünyamda karamsarlığa yer yok'' diyor: ''Hayat varsa, umut vardır''
Neden Kişisel Marka Olmak?
Marka katkı, fayda ve değer sağlar. Hem kendine hem hedef kitlesine. Bu her marka için geçerlidir. Kişisel marka da böyledir: ''Bütün markaların bir mesajı var. Bizim de bir mesajımız var. Farkında olarak veya olmadan mesaj veriyoruz dünyaya. Eğer bir insan hakkımızda yanlış mesaj aldıysa bunun sorumlusu biziz''
Yani başkası yanlış anlamıyor, biz kendimizi yanlış ifade ediyoruz. Kişisel marka bir algı yönetimi. Herkes bize baktığında başka bir şey görüyor. Önemli olan doğru mesaj verebilmek.
Bu düşünce biçimi benim gibi benmerkezli, başkasının düşüncesine pek önem vermeyen bir insanı bile durup, düşünmeye itti. Başkasına suç atmak kolaydı ama kendimizi yanlış ifade ettiğimizi kabul etmek zordu, üst düzey bir olgunluk gerektiriyordu.
Plan Yapmak
Yarın ne yapacağımızı bilmek ve bunu iyi yönetebilmek için plan yapmalıyız. Ama bu plan değişebilir olmalı, diyerek de zaman yönetiminin öneminden bahsediyor Sungur.
Konuşmasını bitirirken de son günlerde uyguladğı bir şeyden söz ediyor: ''Artık, birlikte zaman geçirdiğim insanlara, benden memnun kaldın mı, diye soruyorum. Bu Mevlana'nın da yaptığı bir şey''
''Benden memnun kaldın mı'' diye sormak..
Hepimiz bunu yapabilsek dünyada bu kadar sorun yaşanır mıydı acaba?
Bu yazıya başlamadan önce de yine düşündüm ne başlık atsam daha etkili olur diye, bulamadım. Yasemin Sungur hakkında yazacaktım: 'Azmin Zaferi', 'Kişisel Gelişim Hikayesi' gibi seçenekler geçti aklımdan. Ama hayır. Hiçbiri tam olarak O'nu doğru ifade edemiyordu. Çünkü O, verdiği eğitimlerde, yaptığı konuşmalarda anlattığı gibi, kişisel bir marka: Yasemin Sungur'du.
Fikir Toplama Kampı'na başvurduğum zaman, diğer konuşmacıların da iyi olacağını tahmin ediyordum. Ama bunların arasında Yasemin Sungur'un olması bir başkaydı. Nitekim bundan iki yıl önce Thinker and Talker Kamp 08'in de son konuşmacısıydı Sungur. Anlattıklarının çoğunu unutmuştum esasında. Bir şeyi unutmak kolaydır ama o şeyin yaşattığı hisssi unutmak daha güçtür. Yine O'nu dinleyecek olmak çok heyecan vericiydi.
Ne Ekersen Onu Biçersin
Sunuma kendini tanıtmakla başladı: ''Üniversitede bankacılık okudum. Ama bir şey sürekli ''bu iş değil, doğru iş değil'' diye dürtüyordu. Daha sonra insan kaynaklarında çalıştım'' İşe alım için pekçok insanla konuşmanın kendine çok şey kattığını düşünüyor. 90'lı yıllarda 'koçluk' kavramıyla, daha sonra 'kişisel marka' kavramıyla tanışmış. Şimdi ise Kişisel Gelişim Enstitüsü'nde, 7'den 77'ye gelişim diye tanımladığı işler yapıyor. Turkcell, Vakıfbank ve Mercedes gibi şirketlerle de koçluk çalışmaları yürütüyor. Ayrıca FTK'da olduğu gibi, öğrenci çalışmalarına da katkı sağlıyor.
Ekrana yansıyan sunumda ''Ne ekersen onu biçersin'' yazıyordu. Bu soruyu sorun kendinize diyordu Yasemin Sungur: ''En son ne ektiniz ve ne biçmek istiyorsunuz?'' O'na göre kişisel marka olmak sürekli sonuç odaklı olmayı gerektiriyor: ''Ben bunu neden yapıyorum ve sonunda neyi amaçlıyorum?'' Üstelik çok fazla şeyi aynı anda istemek, sonunda hepsini yarım bırakmaya neden oluyor: ''Ne istediğimizi bildiğimizde ve onu analiz edebildiğimizde yol katederiz''
''Çiftçiler bazı tarlaları nadasa bırakır. Her şeyi aynı anda ekip biçemezsiniz''
İnsanın marka değerini oluşturanlarsa bilgi, güç, çaba, tutku, deneyim gibi özellikler: ''Deneyim elde etmek veya bizden önce o yollardan geçmiş insanların deneyimlerini okumak gerek'' Bunu duyduğum ilk kişi değildi Yasemin Sungur. Daha önce de biyografi okumanın gerekliliğine değinenlere rastlamıştım.
''En az 10 tane sizi siz yapan değeri ortaya çıkarın, özelliklerinizi sıralayın. Bunlar markanızı oluşturur''
''Çoğumuz 'ben kimim'e değil, 'kim olmak istiyorum'a odaklanıyoruz'' O'na göre bu durum, başarının önündeki büyük bir engel. Önce 'ben kimim'e odaklanmalıyız. Başkalarının hakkımızdaki düşüncelerine önem vermeliyiz.
Bizim düşüncelerimiz de önemli: ''Bir defteriniz olsun ve yazın. O sizin defteriniz, kitabınız olsun. Hayallerinizi yazın. Hatta bir fotoğraf karesi çekin ve o fotoğrafa ulaşmak için çalışın. Hayalinizin fotoğrafını çekin''
Ama bunun için önce o konuyla ilgili kitapları okumak, ne yapılması gerektiğini saptamak gerekiyor. Aşama aşama ilerlemek gerekiyor: Bu gerçekleştiğinde bu gerçekleşecek.
''Genel müdür olmak bir amaç olmamalı. Genel müdür olduğunda ne değişecek, neler yapacaksın? Bunları düşnmeli ve bir sonraki aşamayı hayal etmeliyiz''
''Hayal etmenin gücünü küçümsemeyin'' Bunu da duyduğum ilk insan Yasemin Sungur değildi. Sinan Yaman da işe hayal kurarak başlamayı öneriyordu.
'Benzemez kimse sana' dedirtmeniz gerekiyor, diyordu Sungur arka fonda çalan ''Benzemez Kimse Sana'' ve projektöre yansıyan, çiçek bahçesinde tüm çiçeklerden sıyrılmış, uzun bir lale eşliğinde.
''Seni benzersiz kılan yetenek, beceri, deneyimler neler?''
''Kişisel marka yaratmak için benzersiz yanım ne diye araştırıp, ortaya çıkarmak gerekiyor. Bunun yolu da toplumda herkesin yaptığı bir şeyi herkesin yaptığı gibi yapmamaktan geçiyor. Bunun için de bazen sevilmemeyi göze alarak düşüncenizi savunmanız gerekir''
Doğru bildiğiniz şeyleri savunmak için risk alın. Bu sizi benzersiz kılar, diye açıklıyor bu durumu.
Temeli Sağlam At
En hızlı yaratılan ama en hızlı yıkılan şey güvendir. Yorulun, tökezleyin ama kendinize güvenin.
''İnsanlar ne düşündüğünüzü bilmezlerse size güvenmezler'' Bunun için fikirlerini açıkça söyle.
Yasemin Sungur'a göre başarılı olmak için şunları eksiksiz yerine getirmek gerekiyor: Kendini tanı, konumlandır, özgün ol, farklı ol, yaratıcı, yenilikçi, tutkulu ol, uzmanlaş, iletişim ağını sabırla ör ve yönet, güven ver!
''Benim dünyamda karamsarlığa yer yok'' diyor: ''Hayat varsa, umut vardır''
Neden Kişisel Marka Olmak?
Marka katkı, fayda ve değer sağlar. Hem kendine hem hedef kitlesine. Bu her marka için geçerlidir. Kişisel marka da böyledir: ''Bütün markaların bir mesajı var. Bizim de bir mesajımız var. Farkında olarak veya olmadan mesaj veriyoruz dünyaya. Eğer bir insan hakkımızda yanlış mesaj aldıysa bunun sorumlusu biziz''
Yani başkası yanlış anlamıyor, biz kendimizi yanlış ifade ediyoruz. Kişisel marka bir algı yönetimi. Herkes bize baktığında başka bir şey görüyor. Önemli olan doğru mesaj verebilmek.
Bu düşünce biçimi benim gibi benmerkezli, başkasının düşüncesine pek önem vermeyen bir insanı bile durup, düşünmeye itti. Başkasına suç atmak kolaydı ama kendimizi yanlış ifade ettiğimizi kabul etmek zordu, üst düzey bir olgunluk gerektiriyordu.
Plan Yapmak
Yarın ne yapacağımızı bilmek ve bunu iyi yönetebilmek için plan yapmalıyız. Ama bu plan değişebilir olmalı, diyerek de zaman yönetiminin öneminden bahsediyor Sungur.
Konuşmasını bitirirken de son günlerde uyguladğı bir şeyden söz ediyor: ''Artık, birlikte zaman geçirdiğim insanlara, benden memnun kaldın mı, diye soruyorum. Bu Mevlana'nın da yaptığı bir şey''
''Benden memnun kaldın mı'' diye sormak..
Hepimiz bunu yapabilsek dünyada bu kadar sorun yaşanır mıydı acaba?
13 Kasım 2010 Cumartesi
Einstein'den 10 Hayat Dersi
Biliyorum, bu copy paste yazarlığı, özlü sözleri alıp direkt yayınlamak tembel ve kolaya kaçan insanların işi. Ama ben de bugünlerde çok tembelim ve kolaya kaçıyorum. Bugün ofiste, masanın yanında bir kağıt gördüm. Üzerinde Einstein'den 10 hayat dersi yazıyordu. Daha önce ayrı yerlerde okuduğum ve hepsinin doğruluğuna tanık olduğum bu sözleri birarada görünce, buraya aktardım.
Okullarda öğretilmeyen ama her biri hayatın gerçeği olan sözlerdir bana göre:
"Benim özel bir yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım."
Sizin merakınızı çeken nedir? Neyi en çok merak ediyorsunuz? Benim merak ettiğim neden bazı insanların başarılı olup bazılarının olamadığıdır. Bu yüzden yıllarca başarı üzerine çalıştım. Merakınızın peşinden giderseniz başarıya ulaşırsınız.
"Çok zeki olduğumdan değil, sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğimden başarıyorum."
Belirlediğiniz yolun sonuna ulaşacak kadar sabırlı mısınız? Posta pullarının gideceği yere varasıya kadar mektuba yapışıp kalmasından ötürü çok değerli olduğu söylenir. Posta pulu gibi olun ve başladığınız işi bitirin.
"Hayal gücü her şeydir. Sizi bekleyen güzelliklerin önizlemesi gibidir. Hayal gücü bilgiden daha önemlidir."
Hayal gücünüz geleceğinizi belirler. Einstein şöyle der: ‘Zekanın gerçek göstergesi hayal gücüdür, bilgi değil’. Bu yüzden hayal gücünüzün hantallaşmasına izin vermeyin.
5. Hata yapın
"Ben geleceği hiç düşünmem, ne de olsa gelecektir."
Geleceği ayarlamanın tek yolu olabilidiğiniz kadar şimdide olmaktır. Şu anda dünü ya da yarını değiştiremezsiniz. Önemli olan tek an şimdidir.
"Başarılı olmaya değil, değerli olmaya çalışın."
Zamanınızı başarılı olmak için harcamayın, değerler yaratın. Eğer değerli olursanız başarı kendiliğinden gelecektir.
"Delilik: Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek."
Hergün aynı rutinde yaşayarak farklı görünmeyi bekleyemezsiniz. Hayatınızın değişmesini istiyorsanız kendinizi değiştirmelisiniz.
"Oyunun kurallarını öğrenmek zorundasınız. Böylece herkesten iyi oynayabilirsiniz."
Yapmanız gereken iki şey var. Birincisi oynadığınız oyunun kurallarını öğrenmek. İkincisi ise oyunu herkesten iyi oynamayı istemek. Bu iki şeyi yaparsanız başarı sizinle olur.
Okullarda öğretilmeyen ama her biri hayatın gerçeği olan sözlerdir bana göre:
1. Merakınızın peşinden gidin
"Benim özel bir yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım."
Sizin merakınızı çeken nedir? Neyi en çok merak ediyorsunuz? Benim merak ettiğim neden bazı insanların başarılı olup bazılarının olamadığıdır. Bu yüzden yıllarca başarı üzerine çalıştım. Merakınızın peşinden giderseniz başarıya ulaşırsınız.
2. Azim paha biçilmezdir
"Çok zeki olduğumdan değil, sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğimden başarıyorum."
Belirlediğiniz yolun sonuna ulaşacak kadar sabırlı mısınız? Posta pullarının gideceği yere varasıya kadar mektuba yapışıp kalmasından ötürü çok değerli olduğu söylenir. Posta pulu gibi olun ve başladığınız işi bitirin.
3. Bugüne odaklanın
"Güzel bir kızı öperken düzgün araba kullanan birisi, öpücüğe hak ettiği dikkati vermiyor demektir."
İki atı aynı anda süremezsiniz. Bir şeyler yapabilirsiniz ama her şeyi yapamazsınız. Şimdiye odaklanın ve bütün enerjinizi şu anda yaptığınız işe verin.
4. Hayal gücü güç verir
"Hayal gücü her şeydir. Sizi bekleyen güzelliklerin önizlemesi gibidir. Hayal gücü bilgiden daha önemlidir."
Hayal gücünüz geleceğinizi belirler. Einstein şöyle der: ‘Zekanın gerçek göstergesi hayal gücüdür, bilgi değil’. Bu yüzden hayal gücünüzün hantallaşmasına izin vermeyin.
5. Hata yapın
"Hiç hata yapmamış bir insan yeni bir şey denememiş demektir."
Hata yapmaktan korkmayın. Eğer nasıl okuyacağınızı bilirseniz hatalar sizi daha iyi bir konuma getirebilir. Başarılı olmak istiyorsanız yaptığınız hataları üçe katlayın.
6. Anı yaşayın
"Ben geleceği hiç düşünmem, ne de olsa gelecektir."
Geleceği ayarlamanın tek yolu olabilidiğiniz kadar şimdide olmaktır. Şu anda dünü ya da yarını değiştiremezsiniz. Önemli olan tek an şimdidir.
7. Değer yaratın
"Başarılı olmaya değil, değerli olmaya çalışın."
Zamanınızı başarılı olmak için harcamayın, değerler yaratın. Eğer değerli olursanız başarı kendiliğinden gelecektir.
8. Farklı sonuçlar beklemeyin
"Delilik: Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek."
Hergün aynı rutinde yaşayarak farklı görünmeyi bekleyemezsiniz. Hayatınızın değişmesini istiyorsanız kendinizi değiştirmelisiniz.
9. Bilgi deneyimden gelir
"Bilgi malumat değildir. Bilmenin tek yolu deneyimlemektir."
Bir konuyu tartışabilirsiniz ama bu size sadece felsefi bir anlayış kazandırır. Bir konuyu bilmek istiyorsanız onu deneyimlemelisiniz.
10. Kuralları öğrenin, daha iyi oynayın
"Oyunun kurallarını öğrenmek zorundasınız. Böylece herkesten iyi oynayabilirsiniz."
Yapmanız gereken iki şey var. Birincisi oynadığınız oyunun kurallarını öğrenmek. İkincisi ise oyunu herkesten iyi oynamayı istemek. Bu iki şeyi yaparsanız başarı sizinle olur.
9 Kasım 2010 Salı
Gönülden Gelen Sektör
Gönüllülük yapmak, bir sivil toplum kuruluşunda veya dernekte çalışmak..
İyi de ne faydası var bunun?
Gönüllülük kavramıyla ilk defa 2008 yılında tanışmıştım. Young Guru Academy'nin Liderlik Konferansı'nda. Sahnedeki adam, Sinan Yaman ''çift kanatlı liderler''den söz ediyordu. Bir kanadında
çalışkanlık, rekabet, hırs, öbür kanadında yardımseverlik, hoşgörü, sosyal sorumluluk taşıyan liderler. Nasıl tek kanatlı bir kuş uçamazsa, tek kanatlı bir lider de başarılı olamazdı ona göre.
Bunun için ''Anadolu'ya Beyin Göçü'' ''Yaratıcı Kütüphane'' gibi projelerde gençleri gönüllü olarak çalıştırıyorlardı. Bu çalışmalara katılanlarsa, başkalarına yarar sağlayıp, topluma katkıda bulunuyorlar. Sonunda da yine Sinan Yaman'ın deyimiyle ''kendilerine'' iyilik yapmış oluyorlardı.
Bu ''kendine iyilik'' hem mecazi hem de gerçek anlamda görülüyor zaten: Öncelikle projede yer alan insanlara değer katıp, onları mutlu ediyorlar. Öte yandan bu birkaç aylık veya yıllık çalışmanın sonunda zaten işleri hazır oluyor. Hem de uluslararası şirketlerde.
2010: Dönüm Noktası
2010 yılının Avrupa Kültür Başkenti İstanbul(du). Bu durum şehirde yaşayan herkese bir şey ifade ediyordur. Kimine göre havai fişek gösterisi, kimine göre duvarda gördüğü bir afiş veya izlediği konser..
Ama bir grup var ki, 2010 onlar için çok daha fazlası demek: Avrupa Kültür Başkenti İstanbul gönüllüleri. Yıl boyu konserlere, festivallere, eğitimlere katıldılar. Hem de ücretsiz olarak. Ben de onlarla çalıştığım için kendim de tanık oldum. Örneğin Sirkeci'deki Sepetçiler Kasrı.. Normal koşullarda buraya şöyle bir bakıp çıkayım deseniz bile prosedürle uğraşıp, özel izinler almanız gerekir. Ama Gönüllü Programı'nın eğitimleri burada verildiğinden, biz elimizi kolumuzu sallayarak gidiyorduk.
Yine bir 2010 projesi olan Açık Kapı Festivali'nde çalışan gönüllüler, Camiaaltı Tersanesi, Fener Rum Lisesi, Alman Başkonsolosluğu gibi binalara girip, gezebildiler. Buna pekçok örnek verilebilir: ''Disney on Ice'' gösterisinde de 2010 gönüllüsü olarak çalışmıştım. Bu sayede ben ve diğer gönüllü arkadaşlarım biletleri 35-110 lira arasında değişen gösteriyi ücretsiz izledik. Yaptığımızsa, gruplar halinde gelen çocuklara girişte bilet dağıtmaktı ve bu ''iş'' sadece yarım saat sürdü. Hatta 10'ar liralık ticketlarımızı da dağıttılar diğer tüm 2010 etkinliklerinde olduğu gibi.
Eğer o tarihte burada olsaydım, U2 konserini de ücretsiz izleyebilirdim. Nitekim 2010 gönüllüleri için 150 kişilik kontenjan ayrılmıştı.
Hatta STK'da çalışarak Afrika'ya gidenleri bile duydum.
Maaşlı Çalışanlar Var
2010 Gönüllü Programı'nda, -içinde benim de bulunduğum- istediği zaman çalışan bu grubun yanı sıra bir de ana ekip var. Gönüllü koordinasyonunu yürütüen ana ekiptekiler, maaşlı birer çalışan aslında.
Hemen hemen tüm Sivil Toplum kuruluşları böyle. Sürekli çalışanlara maaş ödüyorlar. Bunun için de gönüllü çalışmalar yeni bir iş sahası yaratıyor aslında. Yaşamını gönüllü çalışarak devam ettirmek isteyenlere iş olanağı sağlıyorlar.
Toplum Gönüllüleri Vakfı da buna benzer bir çalışma yürütüyormuş. 2010 yakında biteceği için onları araştırdım, çalışanlara sordum. Üniversiteler üzerinden örgütleniyorlarmış. Her üniversitenin temsilcisi farklı. Marmara'nın temsilcine bir e-posta gönderdim ve mail grubuna dahil oldum. Onları tanıyıp, projelerinde çalışırsam yine yazarım.
Gönüllülük kavramı da yere ve zamana göre değişiyor. Örneğin ülkemizde önceleri ''ucuz işgücü'' veya ''işsiz güçsüz insanların uğraşı'' olarak görülürmüş. Şimdi aksine, çoğu üniversite öğrencisi veya mezunu olan ''nitelikli'' insanlar ilgi duyuyorlar. Gönüllülüğün giderek toplumda söz sahibi olan, ''aktif katılımcı'' anlamı güçleniyor.
Esasında bu değişim, 1980'lerde başlamış. ''Bir takım hizmetleri devlet yapacağına gönüllü kuruluşlar yapsın'' düşüncesi çıkmış ortaya. 1999 Düzce Depremi ise AKUT gibi ekiplerin başarısı, hem gönüllü grupların gerekliliğini ortaya koymuş hem de bunların kuruluşunu hızlandırmış.
Nereye Varacak?
Avrupa'nın bu konuda daha sağlam bir temeli var. Batı'daki ortam gelecekte bizde de sağlanabilir. Örneğin İngiltere'de ''Volunteer of England'' yani ''İngiltere Gönüllülüğü'' diye bir kavram var. Üstelik gönüllülük bu ülkede en az 50 yıldır uygulanan, yerleşmiş bir kültür haline gelmiş.
''Etkinliklerde bilet, broşür dağıtma gibi işler yapan, hatta hergün yaşlıları karşıdan karşıya geçiren insanlar var'' diyor Gül Turner. O da yıllardır bu ülkede yaşıyor ve gönüllü çalışmalar yürütüyor. Üstelik 2008 yılında Liverpool Avrupa Kültür Başkenti sürecinde de çalışmış. Liverpool'da 2008'den sonra da 25 kişilik bir gönüllü ekibi çalışmaya devam ediyormuş: ''Çok başarılı oldular. 2008'den sonra şehrin ziyaretçi sayısı yüzde 150 arttı'' diyor.
Amerika Örneği
Amerika ise bir değil, birkaç adım önde gibi görünüyor. Nitekim burada gönüllülük, gönül rızasından çıkıp bir zorunluluk haline gelmiş. Çalışanlar en az bir STK'ya üye olup, zamanınının bir bölümünü buradaki çalışmalara ayırmak zorunda. Aksi takdirde itibar görmüyor, hatta iş bulamıyorlar. Ford'un, fabrikasında çalışan işçilerini, bir STK'da çalışmaları için teşvik ettiği, bunun için özel izin verdiği biliniyor.
Engelliler, çocuklar, yaşlılar, hatta İstanbul üzerine çalışan pekçok dernek ve STK var. Bunların birinde çalışmaksa kısa veya uzun vadede pekçok fayda sağlayabilir gibi görünüyor.
Topluma, dünyaya, veya en azından size.
İyi de ne faydası var bunun?
Gönüllülük kavramıyla ilk defa 2008 yılında tanışmıştım. Young Guru Academy'nin Liderlik Konferansı'nda. Sahnedeki adam, Sinan Yaman ''çift kanatlı liderler''den söz ediyordu. Bir kanadında
çalışkanlık, rekabet, hırs, öbür kanadında yardımseverlik, hoşgörü, sosyal sorumluluk taşıyan liderler. Nasıl tek kanatlı bir kuş uçamazsa, tek kanatlı bir lider de başarılı olamazdı ona göre.
Bunun için ''Anadolu'ya Beyin Göçü'' ''Yaratıcı Kütüphane'' gibi projelerde gençleri gönüllü olarak çalıştırıyorlardı. Bu çalışmalara katılanlarsa, başkalarına yarar sağlayıp, topluma katkıda bulunuyorlar. Sonunda da yine Sinan Yaman'ın deyimiyle ''kendilerine'' iyilik yapmış oluyorlardı.
Bu ''kendine iyilik'' hem mecazi hem de gerçek anlamda görülüyor zaten: Öncelikle projede yer alan insanlara değer katıp, onları mutlu ediyorlar. Öte yandan bu birkaç aylık veya yıllık çalışmanın sonunda zaten işleri hazır oluyor. Hem de uluslararası şirketlerde.
2010: Dönüm Noktası
2010 yılının Avrupa Kültür Başkenti İstanbul(du). Bu durum şehirde yaşayan herkese bir şey ifade ediyordur. Kimine göre havai fişek gösterisi, kimine göre duvarda gördüğü bir afiş veya izlediği konser..
Ama bir grup var ki, 2010 onlar için çok daha fazlası demek: Avrupa Kültür Başkenti İstanbul gönüllüleri. Yıl boyu konserlere, festivallere, eğitimlere katıldılar. Hem de ücretsiz olarak. Ben de onlarla çalıştığım için kendim de tanık oldum. Örneğin Sirkeci'deki Sepetçiler Kasrı.. Normal koşullarda buraya şöyle bir bakıp çıkayım deseniz bile prosedürle uğraşıp, özel izinler almanız gerekir. Ama Gönüllü Programı'nın eğitimleri burada verildiğinden, biz elimizi kolumuzu sallayarak gidiyorduk.
Yine bir 2010 projesi olan Açık Kapı Festivali'nde çalışan gönüllüler, Camiaaltı Tersanesi, Fener Rum Lisesi, Alman Başkonsolosluğu gibi binalara girip, gezebildiler. Buna pekçok örnek verilebilir: ''Disney on Ice'' gösterisinde de 2010 gönüllüsü olarak çalışmıştım. Bu sayede ben ve diğer gönüllü arkadaşlarım biletleri 35-110 lira arasında değişen gösteriyi ücretsiz izledik. Yaptığımızsa, gruplar halinde gelen çocuklara girişte bilet dağıtmaktı ve bu ''iş'' sadece yarım saat sürdü. Hatta 10'ar liralık ticketlarımızı da dağıttılar diğer tüm 2010 etkinliklerinde olduğu gibi.
Eğer o tarihte burada olsaydım, U2 konserini de ücretsiz izleyebilirdim. Nitekim 2010 gönüllüleri için 150 kişilik kontenjan ayrılmıştı.
Hatta STK'da çalışarak Afrika'ya gidenleri bile duydum.
Maaşlı Çalışanlar Var
2010 Gönüllü Programı'nda, -içinde benim de bulunduğum- istediği zaman çalışan bu grubun yanı sıra bir de ana ekip var. Gönüllü koordinasyonunu yürütüen ana ekiptekiler, maaşlı birer çalışan aslında.
Hemen hemen tüm Sivil Toplum kuruluşları böyle. Sürekli çalışanlara maaş ödüyorlar. Bunun için de gönüllü çalışmalar yeni bir iş sahası yaratıyor aslında. Yaşamını gönüllü çalışarak devam ettirmek isteyenlere iş olanağı sağlıyorlar.
Toplum Gönüllüleri Vakfı da buna benzer bir çalışma yürütüyormuş. 2010 yakında biteceği için onları araştırdım, çalışanlara sordum. Üniversiteler üzerinden örgütleniyorlarmış. Her üniversitenin temsilcisi farklı. Marmara'nın temsilcine bir e-posta gönderdim ve mail grubuna dahil oldum. Onları tanıyıp, projelerinde çalışırsam yine yazarım.
Gönüllülük kavramı da yere ve zamana göre değişiyor. Örneğin ülkemizde önceleri ''ucuz işgücü'' veya ''işsiz güçsüz insanların uğraşı'' olarak görülürmüş. Şimdi aksine, çoğu üniversite öğrencisi veya mezunu olan ''nitelikli'' insanlar ilgi duyuyorlar. Gönüllülüğün giderek toplumda söz sahibi olan, ''aktif katılımcı'' anlamı güçleniyor.
Esasında bu değişim, 1980'lerde başlamış. ''Bir takım hizmetleri devlet yapacağına gönüllü kuruluşlar yapsın'' düşüncesi çıkmış ortaya. 1999 Düzce Depremi ise AKUT gibi ekiplerin başarısı, hem gönüllü grupların gerekliliğini ortaya koymuş hem de bunların kuruluşunu hızlandırmış.
Nereye Varacak?
Avrupa'nın bu konuda daha sağlam bir temeli var. Batı'daki ortam gelecekte bizde de sağlanabilir. Örneğin İngiltere'de ''Volunteer of England'' yani ''İngiltere Gönüllülüğü'' diye bir kavram var. Üstelik gönüllülük bu ülkede en az 50 yıldır uygulanan, yerleşmiş bir kültür haline gelmiş.
''Etkinliklerde bilet, broşür dağıtma gibi işler yapan, hatta hergün yaşlıları karşıdan karşıya geçiren insanlar var'' diyor Gül Turner. O da yıllardır bu ülkede yaşıyor ve gönüllü çalışmalar yürütüyor. Üstelik 2008 yılında Liverpool Avrupa Kültür Başkenti sürecinde de çalışmış. Liverpool'da 2008'den sonra da 25 kişilik bir gönüllü ekibi çalışmaya devam ediyormuş: ''Çok başarılı oldular. 2008'den sonra şehrin ziyaretçi sayısı yüzde 150 arttı'' diyor.
Amerika Örneği
Amerika ise bir değil, birkaç adım önde gibi görünüyor. Nitekim burada gönüllülük, gönül rızasından çıkıp bir zorunluluk haline gelmiş. Çalışanlar en az bir STK'ya üye olup, zamanınının bir bölümünü buradaki çalışmalara ayırmak zorunda. Aksi takdirde itibar görmüyor, hatta iş bulamıyorlar. Ford'un, fabrikasında çalışan işçilerini, bir STK'da çalışmaları için teşvik ettiği, bunun için özel izin verdiği biliniyor.
Engelliler, çocuklar, yaşlılar, hatta İstanbul üzerine çalışan pekçok dernek ve STK var. Bunların birinde çalışmaksa kısa veya uzun vadede pekçok fayda sağlayabilir gibi görünüyor.
Topluma, dünyaya, veya en azından size.
6 Kasım 2010 Cumartesi
Şans mı? Yok Öyle Bir Şey
Havaalanında bavul taşıdı, sabahları pide dağıttı hatta tren garında çiçek sattı. Şimdiyse yönettiği sigorta şirketinde 3000 kişiyi çalıştırıyor. O'nun adı Can Kakmacı.
Bahçeşehir Üniversitesi'nin cep sinemasını andıran küçük bir anfisi. Fikir Toplama Kampı'nın proje sunumları daha yeni bitmiş, yerimde oturmaktan uykum gelmişti. Sırada ne vardı bilmiyordum. Zaten ne olursa olsundu, bekleyip görecektik. Derken içeri ellili yaşlarında, kır saçlı bir adam girdi. Üniversitenin bir yöneticisi sandım onu. Nitekim bugün, tam da o saatlerde CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu üniversiteyi ziyaret edecekti. Kesin şimdi ''Çok önemli konuklarımız var. Aman çocuklar gürültü yapmayın'' diye uyaracak dedim kendi kendime.
Ama öyle yapmadı. ''Merhaba'' deyip, kendini anlatmaya başladı: ''Ailem ben 16 yaşındayken Almanya'ya göç etti. Orada bir seyahat acentesi açtılar. Ama o yıllarda turizm şimdiki gibi değil. Kimse Türkiye'ye gelmiyordu. Bundan 30 sene öncesinden bahsediyorum. Babam da baktı olacak gibi değil, her şeyi bırakıp Türkiye'ye döndüler. Ben dönemedim. Orada teknik liseye başlamışım, zaten iki sene kaybetmişim, bir de Türkiye'ye dönersem her şey boşa gidecek''
Para Bir İnsanın Değeridir
Devletin yardımı ise, ancak ailesinden kalan evin kirasını ödemeye yetiyormuş. ''Ne doğru dürüst Almancam vardı, ne de bildiğim bir iş'' diyor. Ekmek dağıtmış, bavul taşımış, Frankfurt Garı'nda bir çiçekçi dükkanında çiçek satmış: ''Bir gün dükkana bir adam geldi ve kartvizitini verdi. Delikanlı, elimde tam size göre bir fırsat var, dedi'' diye anlatıyor hayatını değiştiren günü.
Kendine sormuş: ''Kaybedecek neyin var? Hiçbir şey. Kazanacak neyin var? Her şey'' Üç ayın sonunda 64 kişilik bir ekibe ulaşmış. Şimdi ise 3000 kişilik kadroyla çalışıyor.
''Para bir insanın değeridir'' diyor. ''Şuan bir yere çalışan olarak girerseniz kazanacağınız para nedir? 1500 lira civarı'' Karamsarlıkla ''O bile zor'' diye karşılık verdik hemen.
''Ama girişimci olursanız değil. Ben hayatımda hiç maaşlı çalışmadım. Bir ofise kapanıp çalışmak, sabah girip, akşam belli bir saatte çıkmak, saat doldurmak bana göre değil''diye anlatıyor çalışma yapısını: ''Saat 11'den önce ofise gitmem. Çalışan olursanız bunu yapamazsınız. Ama girişimci olursanız, çok daha fazlasını yapabilirsiniz''
Bunu patron-işçi farkıyla açıklıyor: ''Aynı işi yapan patron 10.000 alırken, işçi 1.000 alır''
O'na göre primle çalışmak insanı daha çok çalışmaya motive ediyor. Maaşla çalışmaksa tembelliğe, işi savsaklamaya yöneltiyor: ''Ay sonunda belli bir maaş alacaksanız niye daha fazla çalışasınız ki?'' Bunun için memur zihniyetli birinden girişimcilik konusunda fikir almamayı öğütlüyor: ''Bu, altın almak için kasaba gitmeye benzer''
Can Kakmacı ''İmkansızlığın imkanı, imkansızlığı imkansız kılar'' diye düşünüyor. Beni en şaşırtan yanı ise kesinlikle şansa inanmaması: ''Şans diye bir şey yok. Tabii şanssızlık da yok. Bunlar ancak başarısızların bahanesidir'' diye açıklıyor bunu: ''Hangi adımı atınca başarılı olma ihtimaliniz daha fazla. Sürekli bunu gözetirseniz başarısız olmanız imkansız''
Peynirimizi İsteriz
Verdiği bir örnekse bugüne dek dinlediğim en iyi kriz tasviriydi:
''Bir deneyde, fare, üç deliğin önüne getirilir. Bunlardan üçüncünün içine peynir konur. Fare ilkine girer, bir şey bulmaz, çıkar. İkincisine girer, yine bir şey yok. Üçüncüde peyniri bulur ve yer. Bir sonraki gün yine aynısı yaşanır. Üçüncü gün ise fare direkt üçüncü deliğe girer, peyniri yer ve çıkar.
İsanlar ise hergün aynı yerden peyniri almaya alışmıştır. Eğer birinci delikte yoksa, bunun adına ''kriz'' der, hemen toplantılar düzenleyip, ''olağanüstü'' kararlar alırlar. Ama dünyada her şey değişiyor. Bunun için krizler de bitmeyecektir. Aslında bunun adı kriz değil, değişim. İnsanlar buna ayak uyduramadıkları için, her şey hep aynı kalsın istedikleri için ''kriz'' diye adlandırır. Peynirimizi geri isteriz, derler''
Her ne kadar bir işe yaramasa da.
Bahçeşehir Üniversitesi'nin cep sinemasını andıran küçük bir anfisi. Fikir Toplama Kampı'nın proje sunumları daha yeni bitmiş, yerimde oturmaktan uykum gelmişti. Sırada ne vardı bilmiyordum. Zaten ne olursa olsundu, bekleyip görecektik. Derken içeri ellili yaşlarında, kır saçlı bir adam girdi. Üniversitenin bir yöneticisi sandım onu. Nitekim bugün, tam da o saatlerde CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu üniversiteyi ziyaret edecekti. Kesin şimdi ''Çok önemli konuklarımız var. Aman çocuklar gürültü yapmayın'' diye uyaracak dedim kendi kendime.
Ama öyle yapmadı. ''Merhaba'' deyip, kendini anlatmaya başladı: ''Ailem ben 16 yaşındayken Almanya'ya göç etti. Orada bir seyahat acentesi açtılar. Ama o yıllarda turizm şimdiki gibi değil. Kimse Türkiye'ye gelmiyordu. Bundan 30 sene öncesinden bahsediyorum. Babam da baktı olacak gibi değil, her şeyi bırakıp Türkiye'ye döndüler. Ben dönemedim. Orada teknik liseye başlamışım, zaten iki sene kaybetmişim, bir de Türkiye'ye dönersem her şey boşa gidecek''
Para Bir İnsanın Değeridir
Devletin yardımı ise, ancak ailesinden kalan evin kirasını ödemeye yetiyormuş. ''Ne doğru dürüst Almancam vardı, ne de bildiğim bir iş'' diyor. Ekmek dağıtmış, bavul taşımış, Frankfurt Garı'nda bir çiçekçi dükkanında çiçek satmış: ''Bir gün dükkana bir adam geldi ve kartvizitini verdi. Delikanlı, elimde tam size göre bir fırsat var, dedi'' diye anlatıyor hayatını değiştiren günü.
Kendine sormuş: ''Kaybedecek neyin var? Hiçbir şey. Kazanacak neyin var? Her şey'' Üç ayın sonunda 64 kişilik bir ekibe ulaşmış. Şimdi ise 3000 kişilik kadroyla çalışıyor.
''Para bir insanın değeridir'' diyor. ''Şuan bir yere çalışan olarak girerseniz kazanacağınız para nedir? 1500 lira civarı'' Karamsarlıkla ''O bile zor'' diye karşılık verdik hemen.
''Ama girişimci olursanız değil. Ben hayatımda hiç maaşlı çalışmadım. Bir ofise kapanıp çalışmak, sabah girip, akşam belli bir saatte çıkmak, saat doldurmak bana göre değil''diye anlatıyor çalışma yapısını: ''Saat 11'den önce ofise gitmem. Çalışan olursanız bunu yapamazsınız. Ama girişimci olursanız, çok daha fazlasını yapabilirsiniz''
Bunu patron-işçi farkıyla açıklıyor: ''Aynı işi yapan patron 10.000 alırken, işçi 1.000 alır''
O'na göre primle çalışmak insanı daha çok çalışmaya motive ediyor. Maaşla çalışmaksa tembelliğe, işi savsaklamaya yöneltiyor: ''Ay sonunda belli bir maaş alacaksanız niye daha fazla çalışasınız ki?'' Bunun için memur zihniyetli birinden girişimcilik konusunda fikir almamayı öğütlüyor: ''Bu, altın almak için kasaba gitmeye benzer''
Can Kakmacı ''İmkansızlığın imkanı, imkansızlığı imkansız kılar'' diye düşünüyor. Beni en şaşırtan yanı ise kesinlikle şansa inanmaması: ''Şans diye bir şey yok. Tabii şanssızlık da yok. Bunlar ancak başarısızların bahanesidir'' diye açıklıyor bunu: ''Hangi adımı atınca başarılı olma ihtimaliniz daha fazla. Sürekli bunu gözetirseniz başarısız olmanız imkansız''
Peynirimizi İsteriz
Verdiği bir örnekse bugüne dek dinlediğim en iyi kriz tasviriydi:
''Bir deneyde, fare, üç deliğin önüne getirilir. Bunlardan üçüncünün içine peynir konur. Fare ilkine girer, bir şey bulmaz, çıkar. İkincisine girer, yine bir şey yok. Üçüncüde peyniri bulur ve yer. Bir sonraki gün yine aynısı yaşanır. Üçüncü gün ise fare direkt üçüncü deliğe girer, peyniri yer ve çıkar.
İsanlar ise hergün aynı yerden peyniri almaya alışmıştır. Eğer birinci delikte yoksa, bunun adına ''kriz'' der, hemen toplantılar düzenleyip, ''olağanüstü'' kararlar alırlar. Ama dünyada her şey değişiyor. Bunun için krizler de bitmeyecektir. Aslında bunun adı kriz değil, değişim. İnsanlar buna ayak uyduramadıkları için, her şey hep aynı kalsın istedikleri için ''kriz'' diye adlandırır. Peynirimizi geri isteriz, derler''
Her ne kadar bir işe yaramasa da.
5 Kasım 2010 Cuma
F Klavye
Belki de o harf orada değil..
Q'nun yerinde F var. A'nın yerinde U var. Tüm harflerin yeri değişmiş. Oyun oynarken kullandığım kısayollar, yazı yazarken kullandığım harfler, hepsinin yeri değişik. Sadece rakamlar olduğu yerde duruyor. Yazmaya çalışıyorum ama iki saat o harf nerdeydi, bu harf neresiydi bulmakla geçiyor. Zaten yazı yazmak sancılı bir süreçtir. Bir fikir aklınıza gelir, tam yazarken, oldu mu bu şimdi deyip siler, yeniden yazarsınız. En azından ben öyle yaparım. Yazdığımı beğenmez, bazen bir cümleyi bazen de paragrafı gözümü kırpmadan atar, yenisini yazarım. Ama geçenlerde, dergide başıma bir bela geldi ki, değil cümle harfleri bile silmeye korkar oldum. Onun adı F klavyeydi. Editör bir konuyu araştırıp, yazmamı istedi. Tabii dedim, oturdum bilgisayarın başına. Ama o da ne! Hiçbir harf olması gerektiği yerde değil. Daha önce ajansta da gördüğümden tanıdım tabii. Fredi'nin Kabusu geri dönmüştü. Bir F klavye idi bu.
Baktım etrafta boş bilgisayar da yok. Bu da bir klavye sonuçta, hallederiz deyip başladım yazmaya. İki cümleyi yazmak dakiklarımı aldı. Baktım olacak gibi değil, gittim editöre ''Ben bu F klavyeyle yazamıyorum. Denedim ama çok zaman alıyor'' dedim.
''Şuan başka yok. Zaten hemen bitirmen gerekmiyor. Yarım saat zorlanır, sonra öğrenirsin'' dedi.
Hayır ille de Q isterim diye ortalığı yıkmak anlamsız olduğuna göre peki dedim, yerime geçtim yine.
Ama yok, bu başka bir dil öğrenmekten öte, başka bir dilde soru çözmek gibi. Yine de klavyede harfleri bula bula bitirdim yazıları. Tabii normalin iki katı zaman ve emek harcayarak. Esasında bir ara bunu bir oyun gibi bile görmeye çalıştım. Hadi bakalım bu harfi çabucak bulabilecek miyim diye. Ama sonra eğlence falan kalmadı. İstediğim harfi elimi attığım yerde bulmak istiyordum. Öğrenmek falan da istemiyordum, bildiğim bana yeterdi.
Böyle düşündüğümü fark edince de dedim ki kendi kendime: İşte, yaratıcılığın önündeki engel de bu zaten. Hepimiz kafamızda bir Q klavye ile yaşıyoruz. Bir harf yazmak istediğimizde elimizi aynı yere atıyoruz. Peki ya o harf aslında orada değilse?
Elimizdeki bir F klavye de biz Q sistemi ile yazmaya çalışıyorsak ne olacak?
Peki çözüm olarak ne yaptım? İşe giderken yanımda bir dizüstü bilgisayar götürdüm. Tabii Q klavyeli. Yeni bir dil, düşünce biçimi öğrenmeye çalışmak yerine kendi bildiğimi okumayı seçtim. Ama bir gün karşıma yeniden bir F klavye çıkacak, buna eminim.
Bense Q klavyeye uyarlı aklımla düşünüp, yanıt vereceğim. Sonunda da yanlış bir sistemle düşünülüp yanıtlandığı için anlamsız kelimelerden oluşan saçma sapan bir şey çıkacak ortaya. Ne kadar denesem de doğru yanıt olmayacak. Çünkü yazdığım klavye yanlış olacak.
Q'nun yerinde F var. A'nın yerinde U var. Tüm harflerin yeri değişmiş. Oyun oynarken kullandığım kısayollar, yazı yazarken kullandığım harfler, hepsinin yeri değişik. Sadece rakamlar olduğu yerde duruyor. Yazmaya çalışıyorum ama iki saat o harf nerdeydi, bu harf neresiydi bulmakla geçiyor. Zaten yazı yazmak sancılı bir süreçtir. Bir fikir aklınıza gelir, tam yazarken, oldu mu bu şimdi deyip siler, yeniden yazarsınız. En azından ben öyle yaparım. Yazdığımı beğenmez, bazen bir cümleyi bazen de paragrafı gözümü kırpmadan atar, yenisini yazarım. Ama geçenlerde, dergide başıma bir bela geldi ki, değil cümle harfleri bile silmeye korkar oldum. Onun adı F klavyeydi. Editör bir konuyu araştırıp, yazmamı istedi. Tabii dedim, oturdum bilgisayarın başına. Ama o da ne! Hiçbir harf olması gerektiği yerde değil. Daha önce ajansta da gördüğümden tanıdım tabii. Fredi'nin Kabusu geri dönmüştü. Bir F klavye idi bu.
Baktım etrafta boş bilgisayar da yok. Bu da bir klavye sonuçta, hallederiz deyip başladım yazmaya. İki cümleyi yazmak dakiklarımı aldı. Baktım olacak gibi değil, gittim editöre ''Ben bu F klavyeyle yazamıyorum. Denedim ama çok zaman alıyor'' dedim.
''Şuan başka yok. Zaten hemen bitirmen gerekmiyor. Yarım saat zorlanır, sonra öğrenirsin'' dedi.
Hayır ille de Q isterim diye ortalığı yıkmak anlamsız olduğuna göre peki dedim, yerime geçtim yine.
Ama yok, bu başka bir dil öğrenmekten öte, başka bir dilde soru çözmek gibi. Yine de klavyede harfleri bula bula bitirdim yazıları. Tabii normalin iki katı zaman ve emek harcayarak. Esasında bir ara bunu bir oyun gibi bile görmeye çalıştım. Hadi bakalım bu harfi çabucak bulabilecek miyim diye. Ama sonra eğlence falan kalmadı. İstediğim harfi elimi attığım yerde bulmak istiyordum. Öğrenmek falan da istemiyordum, bildiğim bana yeterdi.
Böyle düşündüğümü fark edince de dedim ki kendi kendime: İşte, yaratıcılığın önündeki engel de bu zaten. Hepimiz kafamızda bir Q klavye ile yaşıyoruz. Bir harf yazmak istediğimizde elimizi aynı yere atıyoruz. Peki ya o harf aslında orada değilse?
Elimizdeki bir F klavye de biz Q sistemi ile yazmaya çalışıyorsak ne olacak?
Peki çözüm olarak ne yaptım? İşe giderken yanımda bir dizüstü bilgisayar götürdüm. Tabii Q klavyeli. Yeni bir dil, düşünce biçimi öğrenmeye çalışmak yerine kendi bildiğimi okumayı seçtim. Ama bir gün karşıma yeniden bir F klavye çıkacak, buna eminim.
Bense Q klavyeye uyarlı aklımla düşünüp, yanıt vereceğim. Sonunda da yanlış bir sistemle düşünülüp yanıtlandığı için anlamsız kelimelerden oluşan saçma sapan bir şey çıkacak ortaya. Ne kadar denesem de doğru yanıt olmayacak. Çünkü yazdığım klavye yanlış olacak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hakkımda
- muratekinay
- istanbul, Türkiye
- İnsan fırsatların gelmesini bekler, fırsatlar da insanın gelmesini; İnsanlar bekler, fırsatlar bekler; kazanan hep mazeret olur